14 Kasım 2013 Perşembe

Grief Express / goodbye grief (Merhaba!)






  Karakter Tanıtımları;
Min
Miah

Mi Ah: Koreli bir hatunumuz kendisi. Indie grup furyasına katılmış ve blues'tan punk'a, raggae'ye kadar geniş bir genresi olan Grief Express'in solisti. 

Melankolik de olabiliyor, tam bir çocuk da. Bas gitar ve saksafon ile keman çalabiliyor. Seul Üniversitesi Felsefe Bölümü öğrencisi. Beş parasız.
Min, Miah'ın en yakın arkadaşı. 5 yıldır Fransız Dili ve Edebiyatı okuyor. Arctic Monkeys hayranı, Sex Pistols aşığı, geveze, ukala, inatçı ve duygusal bir tip. Orta halli bir ailenin yüksek halli, zeki çocuğu.

 Bu Oasis hayranı arkadaşımız Kore'de yaşayan bir İngiliz, Matt. Grubun back-vokal'i, elektro gitaristi, bazen piyanisti. 25 yaşında. Ayrıca "Grief Express"in isim babası.  (solda) Ve sağdaki de, Nam Taehyun. Nam sahne adı, grubun Miah ile birlikte solisti. Uçuk kaçık, hafif deli, çocuksu.  (Hikayeye bu bölümde dahil oluyor.)
                                                                             


"Goodbye Grief"




Glumb... Glumb... Glumb...

Su kabarcıkları, önceki kiracıların eskittikleri küvetin yüzeyinde bir belirip bir yok oluyorlardı. 

Glumb... Glumb... Glumb...

Mia, "Glumb" adında bir şarkı sözünü üzerinde çalışıyordu o sırada. "Bir su baloncuğu kadar amaçsız..." Melodi kafasında canlanırken, bateri işini halledebilecek arkadaşlarını da hatırlamaya çalışıyordu.

Glumb... Glumb... GLUMB! AAH!

Az kalsın boğuluyordu. Şarkıya öylesine dalmıştı ki, küvetin içine gömüldüğü sırada ciğerlerindeki tüm oksijeni tüketmişti. Bir refleks olarak beyni, kafasını suyun dışarısına kaldırmasını emrettiğinde, ciğerleri odadaki tüm oksijeni çekmeye çalışıyordu. Dikkatsiz kız! Daha geçen gün elini yakmıştı, şimdi de az kalsın kendini öldürüyordu. Müzik aşkı böyle bir şey olsa gerek, dedi içinden, bu onu gülümsetmeye yetmişti. Küvetten çıkıp bornozunu giydiği gibi eline ilk geçen kağıda az önce uydurduğu sözleri yazmaya başladı. Hiç fena değildi. Bunu Matt'e söylemeliydi, onun parmaklarında bu şarkı harika bir şahesere dönüşebilirdi. Ama önce üstünü giymeliydi. Bu akşam, Shaman'da sahne alacaklardı. Bugün iyi geçerse, belki düzenli olarak çıkabilirlerdi Shaman'da. Belki... 

***

Telefonum çalmaya başladı. Ella Fitzgerald, en muhteşem yorumuyla "Cry Me A River"ını söylerken, doğrusu elim bir an telefonu açmaya gitmedi. 10 saniye daha bu sesin keyfini çıkarmak isterdim ama arayan yakın arkadaşım Min'di. "Efendim?" "Miah! Miah! Miah! Tahmin et bakalım arkadaşının başına nasıl bir talih kuşu kondu!" "Ha?" Ne bileyim ben ne kondu, nasıl kondu... "Bugün randevuya çıkıyorum! Hem de... BİR MELEZ İLE! Çocuk müzik bölümünden, acayip yakışıklı bir şey, kültürlü falan... Nazik de! Sabah, kantinde otururken fark ettim, masasına falan geçip muhabbet açınca iş zaten kendiliğinden gelişti! Çok heyecanlıyım, biliyorsun bu..." Cümlesini devam ettirmedi. Telefonun öbür tarafından içini çektiğini duyabiliyordum. "Bu Matt'ten sonra benim için bir ilk." "Senin için çok mutluyum Min... Gerçekten. Keyfine bak bugün olur mu? Hiç bir şeyin mutluluğunu bozmasına izin verme." "O işi bende biliniz efenim." Telefonu kapattı ben de arkadaşımın sonunda geçmişini arkasında bırakmasına keyiflenerek sırıtmaya başladım. Aslında Min ve Matt için her şey güzel başlamıştı. Min, dil öğrencisi. Fransız Dili ve Edebiyatı okurken, benim sayemde Matt ile tanıştı ki, o zamanlar bende Matt'le yeni tanışmış sayılırdım. Yabancıydı, Koreliler'den korkuyordu ve çulsuzdu. Şayet enstrüman çalamasaydı umurumda bile olmazdı onun bu hali ama kurmayı planladığım grubum için paha biçilemez bir avantajdı. Her neyse, Matt'i bir gün bizim fakülteye getirdiğimde, o zamanlar çok samimi olmadığım Min ile karşılaşmıştık. Kim bu? muhabbetleri falan derken, üçümüzün arasındaki dostluk gittikçe güçlenmeye başladı. Nereden baksanız 5 yıllık bir dostluğumuz var. Min ve Matt'in arasındakiler, fazla fazla güçlü olunca... Bilirsiniz işte, "çıkmaya" başladılar. Uzun sürdü bu. Ta ki Matt Min'den sıkıldığını bahane ederek ayrılana kadar. Tipik bir balık burcu olan arkadaşım Min'in, bu "kıçına tekmeyi yeme" sendromunu atlatması da nereden baksanız bir buçuk yılını aldı. Şimdi de, Matt hayatına tam gaz devam ederken, onun da bu işten sıyrıldığını görmek... 

Odama doğru yollandım. Düşüncelerimi bölen telefonumun ekranından beni uyaran saat olmuştu. Alelacele dolabımdan bir kot bir tişört alıp üstümü değiştirdim, aynada yüzümü asimetrik gösteren bakımsız kaşlarıma şekil verdim ve hazırdım! Apartmanımdan çıkıp, binamın rengarenk merdivenlerinden inip, bisikletime atladığımda Seul'ün yolları bana amede olmalıydı, çünkü bir anda yine beni gelip saran o "What a wonderful world!" ruh halime bürünmüştüm yine. İstikametim, Matt'in evi, oradan prova, oradan sahne ve oradan da tüm dünyanın adımızı bileceği gelecek. Tam pedal ileri! 

***

"Kahretsin! Bacaklarım pert..." Bir yandan bacaklarımı ovuşturuyor, bir yandan da Matt'e bir numaralı "yavru köpek bakışı"mı atıyordum. Bu demekti ki, TAKSİ TUTMALIYIZ. STOP. MATT YORGUNLUKTAN ÖLÜYORUM. STOP. BANA MERHAMET ET! STOP. Şükürler olsun ki Matt, beni kırmadı. Kısa bir süre sonra gelen ilk taksiye atlayıp, "Shaman'a." dedim. Bu şehirde herkes Shaman'ı bilirdi. 

Vardığımızda, kapıda karşılaştığım bir "yetkili" bizi sahneye doğru götürdü. "Bugünlük ücretsiz çalacaksınız." "Siktir! Bu ne şimdi?!" Matt'in bu ani İngilizce çıkışına karşımızdaki adam şaşkın ve anlamayan gözlerle baktı. İyi ki adam İngilizce bilmiyordu. "Ne diyor bu?" "Neden böyle olduğunu sordu." "Bana, küfrediyor gibi geldi." "Ne münasebet! Arkadaşım yarı Alman bu yüzden dili size garip gelmiş olabilir." dedim. Hayal gücümün sınırlarını zorluyordum durumu kurtarmak için. Bir yandan bıyık altından gülen Matt, ich'li mich'li bir şeyler söylerek -kafadan atıyordu- durumu doğrular gibi yaptı. Adam inanmış gibiydi. "Tamam neyse. Gidin de provanızı yapın." Emriniz olur paşam. 

Kahkaha atmamak için kendini zor tutan Matt, tüm kontrolsüzlüğüyle koyverdi kahkahasını. Sessiz olması için onu dürterken ben de ha güldüm, ha gülecektim. "Şişşt!" Prova yapacağımız sahnenin önüne geldiğimizde, aniden önümüzde bir çocuk belirmişti.




Matt, "Kim bu Alfonso kılıklı?" dedi. Hakaret edeceği zamanlar asla Korece kullanmazdı. Karşısındakinin anlayamadığını görüp eğlenen, sadistçe bir tarafı vardı ama bu sefer karşımızdaki, "Adım Alfonso değil, Taehyun." diyerek Avrupai bir eda ile Fransızca cevap verdi. Hem İngilizce hem de Fransızca biliyor, üstelik Koreli? Hadi canım. Bu sefer de Matt hiç bir şey anlamadan bakıyordu. "Her neyse, sessiz olun." Dramatik bir dönüşle sahneye çıktı Taehyun-ssi.  Söylediği şarkı hiç fena değildi, sesiyse bu kıytırık sahnede bile görkemini insana hissettiriyordu... Tanrım! Bu çocuğun sesi cidden iyiydi. Bir anda telefonum çalmaya başladı. İçimden bu güzel sesi dinlememi engellediği için okkalı bir küfür savurduktan sonra kim arıyor bakmadan, gayet sert bir biçimde "Alo?!" dedim. "Miah?" "Ah... Efendim Min?" "Provanızı bölmedim değil mi? Nerede olduğunuzu soracaktım, seni izlemek istiyorum." "Hayır bölmedin, Shaman'dayız, görünüşe göre en az 10 dakika sonra başlayacağız zaten provaya..." İçimi çektim. "Aa! Tam da Shaman'ın yakınlarındaydım. Bekle, geliyorum hemen." Aslında Min'in gelmesini istemiyordum. Matt'le karşılaşmaları gerilim yaratabilirdi pekala ama inatçı arkadaşım bir şeye karar verdi mi onu fikrinden döndürmeye kimsenin gücü yetmez.   


***

Min geldiğinde çok ilginç şeyler oldu. Bara girdikten sonra sahnenin bulunduğu yere gelen arkadaşım bizi görmeden ufak bir çığlık koyuverdi. Bir anda odada bulunan ben, Matt ve Bay Avrupai de dahil ortalama 7 kişinin gözleri Min'in üzerine şaşkınlıkla döndü. Hemen akabinde sahnenin hoparlörlerinden bir "Min?" sorusu duyuldu. Bunu soran ne ben ne de Matt'tik. Bay Avrupai Taehyun, sahneden en yakın arkadaşıma adıyla ve son derece samimi bir biçimde hitap etmişti. Bakışlarımı Min'e çevirdim yeniden. Neler oluyordu burada böyle? "Taehyun! Ne yapıyorsun sen burada?" Demek Taehyun... Sadece adıyla hitap ediyordu. "Min, neler oluyor burada?" dedim en sonunda. Matt'se halen boş boş ikisine bakmaktaydı. "Miah... Bu... Geçen gün sana bahsettiğim kişi; Taehyun. Taehyun, bu da en yakın arkadaşım Miah. Evet, şimdi tanıştınız." Matt'i tanıtma gereği bile duymamıştı... Kindar arkadaşım benim! Ama... Hey! Bu çocuk Min'in yeni sevgilisi miydi yani? Hadi canım. İmkanı yok. Şu garip saçları, Lennon çakması gözlükleri ve bu smokin gibi kıyafetiyle... Hayır, hayır, hayır. Entel dantel tipin tekiydi Taehyun. "Suit Up!" mottosu olduğundan da şüphelenmiyor değildim hani. Aslında... Şimdi bakınca...  Liam Gallagher'i inanılmaz derecede andırıyordu. Sadece miyopsanız... 





Düşüncelerimi bölen Taehyun'un bana doğru uzattığı eli oldu. "Baştan başlayalım. Ben Taehyun. Min'in arkadaşıyım." "A-ah... Ben de Miah." Elini sıktıktan sonra, Taehyun Matt'e "Bu da kim?" dercesine bakıyordu. Min'e baktım. Başını salladı. İş başa düşmüştü. "Bu da Matt. I-ıh... İngiliz kendisi. Şey... Min ve benle nereden baksan 5-6 yıldır arkadaş." Taehyun ona da elini uzattı, "Üzgünüm dostum. Az önceki ufak çıkışım için affet."

***

Ve ilk bölüm biter. Daha önce hiç özenmediğim kadar özendim ayol. Fotoğraflar kullandım, afiş falan yaptım -kıytırık ama olsun :'3 Düşünceleriniz neler peki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder