Ben Woollim'de yeni albümüm üzerine boğuşadurayım, Luise yeni bir full albümün humması, Shiru ise yeni single'ının meyveleriyle uğraşmaktaydı. Ne yazık ki Shiru'yu desteklemeye gidemedim bile... Yeni çıkan kız gruplarından birinin şarkısına söz yazıyordum, albümün aranjmanını yapacak olan Loptimist ile birlikte stüdyoya kelimenin tam anlamıyla hapsolmuş durumdaydık. Ne ailemi ziyaret edebiliyordum, ne de arkadaşlarımı destekleyebiliyordum...
Shiru Japonya'da oldukça iyi bir ivme yakalamıştı. La Dolce Vita olarak şayet bir Japonca albüm çıkarırsak, satışlarımızın başlıca sebebi Shiru olabilirdi pekala. Luise ise doğum gününde çıkardığı albümüyle Kore'de insanların ilgisini yeniden üstüne toplamıştı ve bunu sonuna kadar hak ediyordu. Bir kez daha üç farklı müzik tarzının ve nitekim insanın, La Dolce Vita adı altında nasıl bu denli uyumlu işler yaptığına şaşıp kalmıştım.
***
Albümümün çıkmasına iki hafta kala, telefonum ben duştayken art arda nereden baksanız 30 kez çaldı. Artık dayanamayıp, duştan alelacele çıktığım gibi telefonuma sarıldım: Ne var?! Kimin aradığı umurumda bile değildi. Şayet bir muhabirse, çoktan dergilerde hakkımda çıkacak kötü yorumlara merhaba demeliydim. Ama hayır... Bu kariyerimi etkilemeyecek bir hırs girişiminin çok daha ötesinde bir şeydi... Daha çok kalbimi yaralayan, beynimi endişelerle dolduran, canımı yakan bir şeydi. "Alo? Alo? Nera! Benim Tae Goon. Luise... Luise hastanede. Acil gelmen gerek." Ses tonundaki endişeden olduğum yere mıhlanmıştım. Hiçbir şey sormadan telefonu kapadım ve hayatımda hiç olmadığım kadar hızlı bir biçimde üzerimi giyinip çıktım. Emin olun Seul caddelerinde, motorla son sürat gitmek hiç iyi bir fikir değil. Üç kez son anda kaza yapmaktan yırttım ve sonunda sağ ve kısmen salim bir biçimde hastaneye vardım. Luise'in odasını bulduğumda uyuyordu. Uyandırmadım. Ve öyleyken böyle dört saati hastanede Luise'in uyanmasını endişe içerisinde bekleyerek geçirdim. Tae Goon ciddi bir şey olmadığını söylüyordu ama halinden kendisini telkin etmek istediği belliydi...
En sonunda, akşama doğru doktorun teki yanımıza gelip Luise'in... Luise'in epilepsi olduğunu söylediler. İlk önce ufak bir hastalık sandım çünkü doktor gayet rahattı ama Tae Goon'un yüzündeki dehşet ifadesini görünce... Sonrası tamamen kendimi kontrol altında tutmaya harcadığım çabayla geçti. Ne yapmalıydım? Hastalığı "çok" tehlikeli olmamakla birlikte bir sanatçının, alkışlarla yaşayan birinin, sahne hayatına yani besinine son verecek türdendi. Bir nevi ruhunu çekip almaktı insanın elinden.
***
Yaklaşık yarım saat sonra Luise uyandı. Gözüne açtığında ilk sorduğu ney "Neler oluyor?" oldu. Bu sorunun cevabını veremezdim. Henüz değil... Bu yüzden aklıma ilk gelen yalanı söyledim: Yorgunluktan bayılmışsın sadece. Ama unuttuğum bir şey vardı. Luise beni çok iyi tanıyordu ve ben yalan söylemeyi hiç beceremezdim. Uzunca bir süre gerçeği söylemem için baskı yaptıktan sonra, en sonunda söyledim. Tahminim aksine gayet soğukkanlı bir biçimde karşıladı. Zaten ondan sonra doktordan uzunca bir söylev dinledik. Luise yurda dönmedi, Yunjung'un evinde kaldı. Bense aklım onda bir şekilde, bu olayı Shiru'ya nasıl anlatacağımı düşünüyordum.
Ertesi gün telefonumu çekingen bir halde elime aldım ve rakamları art arda tuşlamaya başladım. "Büyük yeşil tuş"a bastığımda artık Shiru'yu resmen arıyordum. Telefonu açar açmaz bir "Alo?"nun ardından soru yağmuruna tutulmuştum. Düşünmeden -her zaman ki patavatsızlığım- "Sana kim haber verdi?" deyiverdim. Der demez, tam 24 saat sonra, Shiru ve ikizi Shinku hastanedeydiler. (Ertesi gün, Luise'in kontrolü vardı bu yüzden hastaneye gelmesini söylemiştim.)
Onlar odadan içeri girdikleri sırada Luise ile gelişigüzel sohbet ediyorduk. Aniden açılan kapının arkasında görünen o küçük sevimli surat beni şaşkına çevirmişti çünkü bu kadar çabuk gelmesini beklemiyordum. Hemen kalktım ve kucaklaştım. Yalnız sarıldığım kişiden iki adet vardı. Acaba hangisi Shiru'ydu? Sorumun cevabını Shiru'nun sarıldığım benden çıkmamış olan kahkasında buldum. Sarıldığım Shinku'ymuş. Hemen Shiru'ya sarıldım. Akabinde de Shinku ile tanıştırılmış olan ben, onunla eğlenceli bir sohbete başlamıştım. Bir süre sonra da hastaneye gizlice soktuğum ve oynamayı az-çok bildiğim "Okey" adındaki Çin çakması Türk kahvehanelerinin bir numaralı oyuncağını çıkardım ve arkadaşlarıma takdim ettim. Çok geçmeden streslerini alan bu oyunu hepsi sevmiş ben de koltuklarım kabarmış oyunuma devam ediyordum.
O günden sonra Luise resmen hastaneden taburcu edildi. Artık yatması gerekmeyecekti. Bunu fırsat bilen ben ve Shiru, Luise'e yapmadık şaklabanlık bırakmadık. Shiku'yla da kimyalarımız çok iyi tutmuştu bu yüzden yanımızda hiç yabancılık çekmedi. (Gerçi biz de çekmedik, en nihayetinde Shiru'yla aynılar!)
Yine de... O "eğlendiğimiz" günlerin sonu gerçekten fena oldu. Bir sabah uyandığımda, Luise'in yerinde ağlayan bir Shiru ve bir mektup vardı. Luise gitmişti. Başta geri dönmeyeceğini düşünüp kahrolan Shiru'ya hiçbir teselli cümlesi söyleyemedim ama aklım başıma geldiğinde kafama bir şey dank etti: Luise öyle kolayca kaçıp gidemezdi! Şirketin elinde adı boşu boşuna "kölelik anlaşması"na çıkmayan bir kağıt parçası, onu Seul'e yapıştırmıştı bile. Nereye giderse gitsin, DÖNMEK ZORUNDAYDI.
Ama onu bulma süremiz çok sıkıntılı geçmişti. Ne kadar tanıdığım ve ortak arkadaşımız olan idol varsa hepsiyle konuşmuştum. Yok, yok, yok! Hiçbir yerde yoktu ve henüz şirkete haber veremezdik. Eğer verirsek, işin içine kanunlar girecekti ve bu Luise için hiç iyi olmazdı. Şirketten kimseyle de görüşemiyordum üstelik ama birinci ayı geride bıraktığımızda Suho yanıma gelip Luise'in nerede olduğunu sordu. Başta ne diyeceğimi bilemedim ama Suho ve Luise yakınlardı. Üstelik yakın arkadaşım Lay zamanında ne olursa olsun Suho'ya güvenebileceğimi söylemişti. Bir umut anlattım olanları... Gerçekten de Lay'in bahsettiği gibi güvenilir biriydi. Arkadaşlarına üstü kapalı sordu, şehri defalarca turladı... Sonuç olarak Luise sırra kadem basmıştı. Ama bu kadar kolay bırakmaya niyetim yoktu. Hele de Shiru'nun bu çökmüş halini görmek beni daha da üzüyordu.
Yine de... O "eğlendiğimiz" günlerin sonu gerçekten fena oldu. Bir sabah uyandığımda, Luise'in yerinde ağlayan bir Shiru ve bir mektup vardı. Luise gitmişti. Başta geri dönmeyeceğini düşünüp kahrolan Shiru'ya hiçbir teselli cümlesi söyleyemedim ama aklım başıma geldiğinde kafama bir şey dank etti: Luise öyle kolayca kaçıp gidemezdi! Şirketin elinde adı boşu boşuna "kölelik anlaşması"na çıkmayan bir kağıt parçası, onu Seul'e yapıştırmıştı bile. Nereye giderse gitsin, DÖNMEK ZORUNDAYDI.
Ama onu bulma süremiz çok sıkıntılı geçmişti. Ne kadar tanıdığım ve ortak arkadaşımız olan idol varsa hepsiyle konuşmuştum. Yok, yok, yok! Hiçbir yerde yoktu ve henüz şirkete haber veremezdik. Eğer verirsek, işin içine kanunlar girecekti ve bu Luise için hiç iyi olmazdı. Şirketten kimseyle de görüşemiyordum üstelik ama birinci ayı geride bıraktığımızda Suho yanıma gelip Luise'in nerede olduğunu sordu. Başta ne diyeceğimi bilemedim ama Suho ve Luise yakınlardı. Üstelik yakın arkadaşım Lay zamanında ne olursa olsun Suho'ya güvenebileceğimi söylemişti. Bir umut anlattım olanları... Gerçekten de Lay'in bahsettiği gibi güvenilir biriydi. Arkadaşlarına üstü kapalı sordu, şehri defalarca turladı... Sonuç olarak Luise sırra kadem basmıştı. Ama bu kadar kolay bırakmaya niyetim yoktu. Hele de Shiru'nun bu çökmüş halini görmek beni daha da üzüyordu.
***
Gitmesinin üzerinden tam 67 gün geçtiğinde, kendisini Busan'ın izbe barlarından birinde, saçlarını kısacık kesmiş bir halde, barmenlik yaparken buldum. Albümümü halen yayınlamadığım için şirket CEO'sundan yerli yerinde bir azar işitmiştim. Bu yüzden hemen bir özür fanmeeting'i düzenlememi istedi. FM yeri olarak bir pub seçilmişti. Hiç yerinde olmayan moralimle, hayranlarıma nasıl eğleniyormuşum gibi yapabilirdim merak ediyordum ama her şeyin bir sebebi vardır... O gün Busan'da pubları karıştırmasaydım belki şuan Luise'i bulmuş olamayacaktık.
Onu bulduğumda, en az 10 kilo vermişti. Bir derik bir kemik haldeydi, saçlarını kazıtmış, yüzünün bir dolu yerine piercing taktırmış, kollarını dövmelerle kaplamış bir halde "tütün" içmekteydi. Üstelik bu tütün bir zamanlar (idol olmadan önce) tattığım yasal olmayan bir maddeye inanılmaz benziyordu. Kısaca her şeyi salıvermişti, umutsuzdu, ümitsizdi ve çökmüştü. Onu Seul'e gelmeye ikna edense hiç beklemediğim bir şeydi. AŞK. En zamansız yerde onu ağına düşürmüştü. Ve Luise'in bunu anlaması zaman alacaktı. Onu zor zamanlarında hiç yalnız bırakmayan Suho'nun yakın bir arkadaşından başkası değildi bu. Suho, Luise yüzünden aklını kaçırmak üzereyken (ikisi gerçekten çok yakın arkadaştılar. Stajyerlik dönemlerinden tanışıyorlardı.) onun metanetini korumasına yardım eden, çocukluk arkadaşı olan bu kişiyle Luise tamamen zıtlardı. Onun neşesi, Luise'in melankolisi... Zıt kutuplar cidden birbirlerini çekiyorlardı.
Himchaannnnnnnnnnnnnn <3 Hikaye Süper tek kelimeyle birde B.A.P ahğğjjjjjjjjjj
YanıtlaSilTeşekkürleeer :D Ama Himchan değişebilir, hikaye her an editlenebilir :D
Sil