Görkemli Boğaz Köprüsü’nün ardından yavaş yavaş kendini göstermekte olan parlak topun ışığı insanın gözlerini kamaştırıyordu. Tüm İstanbul adeta ayaklarının altındaydı. Köprüden vızır vızır geçen otomobillere baktığında yeni bir günün daha başladığını hatırlayarak yersiz bir mutlulukla doluyordu. Uzun siyah çizmelerinin kısa ökçeleri taşlarla döşenmiş yola vurdukça bir ritim oluşturuyordu. “Tak tak tak…” Hava soğuktu. Yanakları ve elleri soğuktan kurumuş, yer yer pembeleşmişti. Durdu ve etrafına bakındı. Geçmişe dair tanıdık bir mekan, bir yüz arıyor gibiydi. Aradığını bulamamış olacak ki yüzü bir anda çaresizlik ve üzüntüyle doldu. Ellerini ovuşturup üşüyen kulaklarını korumak için beresini aşağıya doğru çekti. Kollarını göğsünün altında birleştirerek emin adımlarla yoluna devam etti. “Tak tak tak…”
Köşe başındaki fırından gelen ekmek kokusu içini ısıtıyordu. Daha onlu yaşlarda hayattan bezmiş okullu çocukları gördüğünde kendi öğrencilik yılları geldi aklına. Bir an için çocukluğuna döndüğünü sandı. Hani o en büyük sıkıntısının yeni bir çift pabuç, en büyük acısının mahalledeki serseri çocukların patlattığı mavi topu olduğu günlere… Ah, ne güzeldi o günler!
Kalabalık bir ailede büyümüştü. İki ağabeyi vardı. Anneannesi ve dedesi de onlarla yaşıyordu o zamanlar. Şimdi ise cennette veyahut cehennemde olmalıydılar. Aralarında büyük ağabeyiyle dört, küçük ağabeyiyle de iki yaş vardı. İki ağabey ile büyüdüğünden hiçbir zaman diğer kızlar gibi olmamıştı. Diğerleri evcilik oynarken o, mahalledeki futbol maçlarının en çok aranan oyuncusu olurdu. Uzuneşekte de fena sayılmazdı doğrusu. Ağabeyleri onu kız kardeş olarak görmezlerdi hiç. Bu yüzden sıradan bir ağabey ve kız kardeşten çok daha yakındılar hep.
Anadolu’nun küçük bir şehrinde geçmişti çocukluğu. Babası
subaydı. 14 yaşındayken, sıcak sayılabilecek bir yaz akşamında, hayatını
bütünüyle değiştirecek olan o haberi vermişti annesi.
-“Babanın tayini İstanbul’a çıktı. Taşınacağız, hem de en
kısa zamanda. Liseyi orada okuman senin için daha iyi olur hem. Biliyorum,
buradan ayrılmak zor gelecek ama bazen yapmaya mecbur olduğumuz şeyler vardır…”
Yüzünde yapmacık bir gülümsemeyle söylemişti bu sözleri
annesi. Onun da tıpkı kendisi gibi gitmek istemediği her halinden anlaşılıyordu
ama onun da dediği gibi, bazen yapmaya mecbur olduğumuz şeyler vardı…
***
-“246 Asude TURAN”
Kısa bir sessizlikten sonra insanın sinirlerini bozacak
derecede ince bir kadın sesi tekrar sınıfın duvarlarına çarparak yankılanmaya
başladı, “Asude! Yavrum uyumasana!”.
-“Özür dilerim hocam, buradayım.” diye karşılık verdi Asude.
-“Özür dilersin tabii! Bir kez de derse ilgili olsan şaşarım
zaten! Anlamıyorum, hangi alemdesin ki sen?!”
-“Keşke ilgi çekecek bir dersiniz olsaydı…” dedi Asude, pek
zor duyulacak bir sesle söylemişti bunu. Bir yandan elini yumruk yapıp sıkıyor,
sinirine hakim olmaya çalışıyordu.
-“Ne dedin sen? Bir de utanmadan cevap veriyorsun ha? Çık
dışarı! Hemen!” O ince ve sık sık çatlayan ses insanı sağır edebilecek
cinstendi. Asude daha fazla dayanamadı ve,
-“Canıma minnet!” diye bağırdı.
Yüzündeki o alaycı gülümseme öğretmeni büsbütün çileden
çıkarmış olacak ki Asude kapıyı çarpıp bir zafer kazanmışçasına koşarak
okul bahçesine inerken bile o cırtlak ses duyulabiliyordu. Edebiyat dersinden
kovulmak onun için elbette bir zafer sayılırdı. Kitap okumaktan da, yazmaktan
da nefret ederdi Asude. “Sanki ben neyi seviyorum ki edebiyatı seveceğim?” diye
homurdandı sessizce.
Yaşadığı şehri bırakıp bu İstanbul denen cehenneme
geldiklerinden beri hayat onun için çekilmez bir hal almıştı. Büyük ağabeyi
üniversitede okuyor, eve yalnızca tatillerde uğruyordu. Küçük ağabeyi ise
onunla aynı okulda, fakat farklı bir sınıftaydı. Onlar büyüdükçe aralarındaki
samimiyet de azalmıştı. Artık ne o uzuneşekler vardı, ne de futbol maçları…
Genç kızlığa adım attığı günden beri annesi “Kızlar böyle yapmaz, kızlar şöyle
yapmaz…” diyerek onu sevdiği şeylerden alıkoyuyordu. Ağabeyleri de “Sen kızsın,
anlamazsın.” deyip duruyorlardı ona. Kız olmak neden bu kadar zor bir işti ki
sanki? Pekâlâ kızlar da küfür edebilir, futbol oynayabilir ya da kavga
edebilirdi. Öyleyse neden kibar olmak zorundaydı? Bu haksızlık değil de neydi?
Okul bahçesine adımını attığında gözüne kendi yaşlarında,
sarışın, zayıf bir kız ilişti. Oturduğu bankta oldukça kalın olan bir kitabı
okumakla meşguldü. Sarı saçları rüzgâr estikçe uçuşup gözlerinin önüne düşüyor,
o da saçlarını kulağının arkasına atıp hiç bozuntuya vermeden okumaya devam
ediyordu. Asude’nin kızın yüzünü uzaktan seçebilmesi olanaksızdı. Görebildiği
tek şey bembeyaz bir ten ve sarı saçlardı.
Hızlı adımlarla kıza doğru yürümeye başladı. İlginçtir, içinde
müthiş bir tanışma arzusu vardı. Sanki onunla tanışması gerekiyormuş gibi
hissediyordu. Sanki buna mecbur gibiydi…
Onun oturduğu bankın diğer ucuna oturdu Asude. Sarışın kız
önce kuşku dolu bir bakış attı bu kumral düz saçları beline uzanan, kırılacak
bir dal gibi zayıf, kahverengi gözlü kıza. Ardından yüzüne bir gülümseme
yerleşti. Asude ile göz göze geldiler. Asude’nin o an düşündüğü tek şey kızın
dillere destan güzelliğiydi. Uzaktan baktığı zaman bu kadar güzel olduğunu fark
edememişti. Altın sarısı saçları güneş ışığının da etkisiyle parıldıyor,
bembeyaz teni adeta bir porselen bebeği andırıyordu. Kıpkırmızı dudakları ona
vişneyi anımsatıyordu. Mavi gözleri adeta bir okyanus gibiydi. Ona baktıkça
kendisini masallardaki cadılara benzetmekten kendini alamıyordu. Aman Yarabbi!
Dünyayı melekler mi basmıştı acaba?
Bir an için kızın “Seni dinliyorum.” der gibi baktığını fark
etti ve konuşma ihtiyacı hissetti.
-“Şey… Ben Asude. Çok yalnız görünüyordun da…”
-“Ben de Eylül. Görüyorum ki sen de yalnızsın…” dedi Eylül,
elini Asude’nin omzuna koyarak. Yüzünde içten bir gülümseme vardı. İçten
olduğundan tüm kalbiyle emindi Asude.
Eylül kitap okumaya ve bir şeyler yazmaya bayılıyordu. O
kadar çok okuyordu ki Asude onun hakkında fikir sahibi olmadığı bir konu dahi
görmemişti. Eline geçen her şeyi okurdu. Zamanla ona da aşılamıştı bu kitap
sevgisini. Beraber okur, okudukları kitaplar hakkında konuşur, hatta bazen
beraber kısa hikâyeler karalarlardı. Onunla tanıştığı gün hayatının birden bire
tamamıyla değişeceğini elbette bilmiyordu. O gün onu dersten kovan nefret
ettiği edebiyat öğretmenine şu an sonsuz bir minnet duyması da Eylül’le
tanışmasındandı...
Zamanla arkadaşlıkları kitap okumanın ve okudukları kitaplar
hakkında konuşmanın dışına çıkmaya başladı. Birbirlerine hayatlarını anlatıp
birbirleriyle sırlarını paylaşıyorlardı. Çok uzun zaman geçmeden Asude, Eylül’ü
hayatının merkezine koymuştu. Onun için dünyadaki en önemli şey Eylül’dü.
Onunla gülüyor, onunla ağlıyor, her şeyi onunla yaşıyordu. İstanbul’u onun sayesinde
sevmeye başlamıştı. Eylül için de durum farklı değildi. Asude onun için her şey
demekti. İkisi de birbirlerinden ayrılmayı akıllarının ucundan bile geçirmek
istemiyorlardı.
***
İstanbul’da geçirdiği 3. yılındaydı... Asude artık 17
yaşında bir genç kızdı. Eylül ile tanışalı da 3 yıl olmuştu. 3 yıldır Eylül
onun arkadaşı, dostu, kimi zaman ablası, kimi zaman kız kardeşi, kimi zaman da
annesiydi.
Asude iki katlı evlerinin alt katındaki odasında, pek de
derin olmayan bir uykudaydı. Odasını loş ve sarı bir ışık yayan bir gece
lambası aydınlatıyordu. Penceresi bahçeye bakan bu oda oldukça sevimliydi.
Yatağın her iki yanında da kitaplıklar vardı. Asude kitaplarla iç içe olmaktan
büyük mutluluk duyuyordu. Onu kitaplarla tanıştıran Eylül’e çok şey borçluydu.
Birkaç yıl öncesine kadar nefret ettiği kitaplar onun yol göstericisi olmuştu
artık. Okuduğu her sayfada cahillikten bir adım daha uzaklaştığını
hissediyordu. Kitap okumadığı her saniye sanki büyük bir günah işliyor gibiydi.
Kitaplar artık onun için vazgeçilmezdi.
Sağ ayağı yorganın kenarından gözüküyordu. Sol kolunu başının
üzerine koymuştu. Asude uyurken hafif hırıltılar çıkarıyordu. Yüzü şekilden
şekle giriyor, bir aralık ağzını açıp bir şeyler söyleyecek gibi oluyor fakat
yalnızca ağzını oynatmakla yetiniyordu.
Rüyasında Eylül ile tanıştığı günü gördüğünü sanıyordu fakat
bir şey onun yanına gitmesine engel oluyordu. Sanki aralarında camdan bir duvar
varmış gibiydi. Eylül tıpkı o gün olduğu gibi kitabını okuyor, rüzgârda
savrulan saçlarını kulağının arkasına atıyordu fakat Asude onun yanına
gidemiyordu. Camdan duvarı yumruklayıp avazı çıktığı kadar bağırsa da bir türlü
sesini Eylül’e duyuramıyordu. Bir aralık Eylül başını kaldırdı ve ona baktı.
İşte o an Asude korkuyla titredi. Bedeni Eylül’ündü fakat yüzü, Asude’nin
yüzüydü!
“Tık tık tık!”
Asude tıkırtıyı duyduğunda korkuyla yataktan fırladı. Tıkırtı pencereden gelmişti. Orada her kim varsa ona onu uyandırdığı için minnet duyuyordu. Yavaşça pencereye doğru yürüdü. Pencereyi açmasıyla yüzüne çarpan soğuk hava onu kendisine getirerek rüyanın etkisinden çıkmasına yardımcı oldu. Gecenin bir yarısı kimdi bu böyle?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder