-“Nasıl gidiyor?” diye sordu Jimin hevesle.
-“Harika!” diye bağırdı Hana. Ne olduğunu o da bilmiyordu
ama birdenbire öylesine ilhamla dolmuştu ki son üç gündür hiç durmadan yeni
şeyler üretiyordu.
-“Bu bir mucize olmalı, bir büyü…” diye mırıldandı.
Gerçekten
de her şey o kadar hızlı ilerlemişti ki çok geçmeden bütün albüm hazırdı bile.
Birkaç gününü stüdyoda geçirdikten sonra albümün yayınlaması için gerekli
olanlar halledilmişti. Hana için heyecan verici o gün geldiğinde eli ayağı
birbirine dolaşıyordu. Ama mesai saatlerinde olduğu için albümü yayınlandığında,
o sahnede gitar çalmakla meşguldü.
Jimin
ise oradan oraya koşturuyordu çünkü her zamankinin aksine bugün inanılmaz bir
kalabalık vardı. Hana önce ona yardım etmeyi düşündü ama bu kadar kişi varken
bir şeyler çalmamak da olmazdı. Zaten genelde yapmadığı bir şey olduğu için
koşturmak Jimin’in de hoşuna gidiyordu. Kapı açılıp, Kikeun içeri girdiğinde Jimin
yeni gelen bir çiftin siparişlerini almakla meşguldü.
İçeri
girdiğinde kalabalığı görünce hayret etti. O buranın sakinliğine aşık olmuştu
ve şuan hiç de öyle değildi. Gerçi herkes sessizce konuşuyor, duyulan gitardan
gelen melodiler oluyordu ama yine de... Boş masalardan birine ilişip insanları
seyretmeye koyuldu. Onu da buraya getirmeyi ne kadar çok isterdi. Ne var ki bu
imkansız görünüyordu. Fazlasıyla imkansız…
Minyon
tipli garson kızın kendisine yaklaştığını görünce arkasına yaslandı. Konuşurken
dikkatle ona bakıyordu, sanki görmesi gereken çok önemli bir şey varmış gibi.
Kız bunu fark edince biraz rahatsız oldu, o da hemen utanarak bakışlarını
çevirdi. Yine bir kahve istedi, buraya bir şeyler yemek için gelmiyordu ki o…
Sadece her zaman bulunduğu ortamlardan kaçmak için gelmişti.
Sahnedeki
kız, Joah şarkısını söylüyordu. O da bu şarkıyı çok severdi, üç ay öncesine
kadar da onu inanılmaz mutlu ederdi ama şimdi sadece geçmişi hatırlatıyor ve
ona acı vermekten başka bir işe yaramıyordu. Kızın sesi de o kadar
etkileyiciydi ki her notada daha fazla canı yanıyordu. Yine gözleri dolmuştu
işte! İki aydır sürekli ağlıyordu ve artık nefret etmişti hiç durmadan sulanan
gözlerinden.
Kapıldığı
duygu seli içini dökmek istemesine neden olmuştu ve bunu yapmanın tek yolu her
zamanki gibi yazmaktı. O da kalemini kağıdını çıkarıp yazmaya koyuldu. Kalem
kağıdın üstünde kayıp gidiyor ama hiçbir şekilde düşüncelerinin hızına
yetişemiyordu. Bileği ağrıyor, gücü tükeniyor ama içindeki sesler bir türlü
susmak bilmiyordu.
Parmakları
yazamaz hale gelince bıraktı, hava kararmış, mekan boşalmaya başlamıştı.
Yazdıklarını gözden geçirirken insan sayısı iyice azaldı ve onun sevdiği, o
asude hale geldi. Gitar çalan kız ise yorulan sesini dinlendirmek ve aynı
zamanda diğer kıza da yardım etmek için garsonluk yapıyordu. Hesabı istemek
için çağırdığında çok güzel bir kız olduğunu gördü hayretle. Hem güzel hem de
yetenekli bir kız nasıl olmuştu da ipini koparanın ünlü olduğu bu ülkede bir
garson olarak kalmıştı?
-“Sesin çok güzel bu arada.” Dedi.
-“Teşekkür ederim.”
-“Kendi şarkılarını da söylüyor musun?” diye sordum bir
anda yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Başının döndüğünü hissetti. Bu
gülüş…
-“Evet ama bir şirkete bağlı olarak değil, indie müzik
yapıyorum ben.” Dedi.
-“Gerçekten mi? Albümün var mı? Adı ne? Belki
duymuşumdur.”
-“Sanmıyorum ama…” dedi gülümsemesinden bir şey
kaybetmeden. “Daha bugün yeni bir albüm yayınladım, ismi “Autumn” bundan önceki
albümümün adı ise “Wake Up” idi.
-“Gerçekten de duymamışım.” Dedi o da gülerek. “Peki adın
ne?”
-“Cho Hana.” Dedi. “Ama şarkı söylerken bu ismi
kullanmıyorum.”
***
(RADYO)
(RADYO)
-“Daha önce
demiştim, arkadaşımın olmadığını ve bu yüzden de kitaplara sığındığımı… Ta ki
onunla tanışana kadar… O zaman dek, Into the Wild (2007) filmindeki o repliğin benim için söylendiğini
sanıyordum. ‘Aradığı dostluğu belki de
sevdiği kitaplarda bularak yalnızlığın kollarında yürümek istemişti.’”
-“Nasıl oldu?”
-“İlk defa lisede karşılaştık, tamamen şans eseriydi.”
-“En derin dostluklar genelde şans eseri buluşmalardan doğarmış.” (Shichinin no Samurai 1954)
-“En azından benim için öyle olmuştu. Herkes bana bir ucubeymişim gibi davranırken o beni korudu. Kendimi onun yanındayken güvende hissederdim. Bana neden böyle bir iyilik yapıyordu bilmiyordum ama çok geçmeden hayatımdaki en çok saygı duyduğum insana dönüşüvermişti. Benden iki yaş büyüktü ama diğerlerinin aksine, sanki aramızda onlarca yaş varmış gibi hissettirirdi. Sadece ben değil herkes saygı duyardı ona, müthiş bir aurası ve insanları etki altına alan bir karizması vardı. Bazen onu kıskanmıyor değildim ama bu ona olan sevgimde en ufak bir değişme olduğu anlamına gelmezdi. O ise benim sessiz, içe dönük halimi seviyordu. ‘Sana sessiz kalma yeteneği bahşedilmiş Watson, bu da seni çok değerli bir dosta dönüştürüyor.’ Derdi. (Sherlock Holmes 2009) Ben de gülerdim, dışarıdan bakıldığında, kişilik olarak Sherlock olan benim gibi gözükse de, onun içinde yatan Holmes’u da yalnız ben biliyordum. Benden zeki olmamasına rağmen benden daha başarılı olmuştu, her zaman. En iyi arkadaşım ve en büyük rakibimdi. Onu geçmek için nasıl çırpınırdım… Ve bunu başardığımda ise bana gülümser ‘İyi iş çıkardın.’ Derdi. Bu en kötüsüydü, onun yüceliği karşısında ezilirdim.”
-“ Bu bana Oscar Wilde’in bir sözünü hatırlattı: Bir dostun üzüntüsüne acı duyabilirsin, bu kolaydır ama başarısına sempati duymak sağlam bir karakter gerektir.”
-“Hem de öylesine sağlam bir karakteri vardı ki… Grçekten inanılmaz bir insandır. Ne zaman hayat zor gelse elimden tutan kişidir o… Bir defasında ona insanların vefasızlığından dert yanmıştım. Sanki ben yadsıdığım o insanlardan çok farklıymışım gibi… ‘Gülersen bütün dünya seninle birlikte güler, ağlarsan tak başına ağlarsın.’ (Oldboy 2003) Demişti. Ve ben onun bunu söylemesine neden olan şeyi anlamak için gözlerine baktığımda saf acı görmüştüm, katıksız… O zaman fark etmiştim onun da bir insan olduğunu… Onun da her zaman gelecekten umutlu ya da hayata karşı güçlü olmadığını… Pes etmiş görünüyor, ‘Burada kendimizi mahvetmek, kalplerimizi kırmak, yanlış insanları sevmek ve ölmek için bulunuyoruz,’ (Moonstruck 1987) Diyordu. Ve ne kadar bencil olduğumu görmüştüm o gözlerde. Bir kez olsun onun yaşadıkları üzerinde düşünmemiştim. Değiştim o günden sonra ama geçmişteki beni silemezdim. Yine de zamanla onun da beni bir dert ortağı olarak görmesini sağladım. Sanki bu benim ona olan borcumu ödeme şeklim gibiydi. Bununla birlikte her zaman benden bir adım önde olmaya devam etmiştir. Ama artık bu beni mutlu ediyor çünkü yaslanabileceğim doğru insanın o olduğunu ve onun da çok sağlam olduğunu biliyorum.”
***
-“Şimdi ne yapacaksın? İşin yoksa
birlikte bir kahve içelim mi?” diye sormuştu mesai bitiminde Kikeun Hana’ya.
Jimin uzaktan onları izliyordu, sesleri hayal meyal da olsa ona ulaşıyordu.
Hana yanına gelmiş, çıkışta bir planları olup olmadığını sormuştu.
-“Yok canım, sen keyfine bak.”
Demişti Jimin de ama içten içe rahatsız olmuştu.
-“Sorun ne?” diye sordu Hana,
tabi ki bir şey olduğunu anlamıştı.
-“Onunla ilk kez tanışıyorsun
ve şimdi bir yere gideceksin. Bu güvenli mi?”
-“Bu kadar evhamlı olma.” Dedi
Hana gülerek, Jimin’in omzuna dokunup. Sonra sekerek masaya döndü ve iyi(!)
haberi Kikeun’a verdi. Beş dakika sonra çıkıp gittiler ve Jimin sadece boş boş
baktı.
-“Başka neler yaparak
geçiriyorsun vaktini?”
-“Kitap okumaya bayılırım.” Dedi
Hana gülerek. O her güldüğünde içinden bir şeyler koptuğunu hissediyordu. Bu
gülüş onun gülüşüydü. Her güldüğünda Hana, “o” oluyordu.
Bir süre bu konu üzerinde
gidip geldiler, sonra başka bir konuya geçtiler, oradan oraya derken vaktin
nasıl geçtiğini fark edememişlerdi bile. Ayrılmadan önce:
-“Çok farklısın.” Dedi Hana.
Gerçektenden o, daha önce tanıdığı hiçbir insana benzemiyordu.
-“Sense çok özelsin.” Bir
gülüşü için her şeyi feda etmeye hazırdı. Elini Hana’nın saçına doğru uzattı ve
dokunmadan önce sordu:
-“Sen ‘o’ musun?” Sonra cevabı
beklemeden hafifçe okşadı kızın yumuşacık saçlarını.
-“Ben Hana’yım, bir ve tek
olan…” Diye cevap verdi Hana. “Peki ya sen kimsin?”
-“Adım ‘doğruluk’ ve bundan her
zaman emin olabilirsin.”
-“Chung Hee.” Diye tekrar etti
Hana. “Adını unutsam bile bu sözünü unutmayacağım.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder