6 Şubat 2014 Perşembe

You Say Goodbye, I Say Hello #Final



***BİR AY SONRA***


Çok değil birkaç gün sonra yeni milenyuma girecektik. Seksenler hızlı geçmişti, doksanlar daha da hızlı… Henüz yirmi bir yaşındaydım. İki binleri karşılamak için uygun bir yaş gibi görünüyordu. Benimse tek yaptığım caddenin ortasında durup o karamsarlığı tekrar ve tekrar yaşamaktı. Pennsylvania’da fizik okumak hiç de insanı önemli biri gibi hissettirmiyordu. Yanılmıştım.

Lord of the Thigs bir gelenek olarak sahneye çıkmaya devam ediyordu. Bugün de yine gençlerin çıldırmasına yardımcı olacaktık. Sonra kadehi elime alıp bir köşeye çekilecek ve yeni milenyumun bana asla vermeyeceği şeyleri dileyecektim. Ve ertesi gün hayatımıza kaldığımız yerden devam edecektik. İnsanlara bu kutlamaların saçma ötesi olduğunu anlatmak imkansızdı. Bunun için kendimi yoracak değildim.

Kolombiya’dan gelen grubu kontrol etmiştim. Ne o vardı ne de onun adresini bana veren çocuk. Parçalanmış bir şekilde sahneye çıktım. Açılışı Beatles’ın “All My Loving”i ile yaptık. Çok iyi hatırlıyorum, gitmeden önce birlikte çaldığımız son parçaydı. Son vaadi ve yerine getirmediği tek vaadiydi.

-“All my loving, i wil send to you…”

                Sahneden inip bir sonraki grubu izlemek için seyircilerin yanına geçtim. Rebecca, Kolombiya’dan gelen grubun çalacağını söyledi. Demek yeni birilerini izleyecektik. Gözlerimi yere indirdim. Yeni bir şarkı ya da ses dinleyecek olduğumda hep böyle yapardım, sadece sese odaklanmak için…

Ve Beatles’dan başka bir parça çalmaya başladı: Hello, Goodbye.

-“You say yes, i say no,
You say stop, i say go, go, go,
You say goodbye, i say hello, hello, hello,
I don’t know why you say goodbye…”

Çoktan dolup taşmış gözlerimi yukarı kaldırdım. Ve tek kelime etmeden arkamı dönüp gittim. Çatıya çıktığımda titriyordum. Hava da buz gibiydi. Rüzgâr tenimi okşuyor, gözyaşlarımı bir sağa bir sola savuruyordu. Daha öncesinde pek çok kez bu anı düşünüp ne söyleyeceğime karar vermiştim. Ama ayak seslerini duyduğumda hepsi aklımdan uçup gitti.

“All my loving, i wil send to you… All my loving, darling i’ll be true…”

-“Geleceğini haber verseydin daha iyi olurdu.”

“All my loving, i wil send to you… All my loving, darling i’ll be true…”

Sessizlik. Yavaşça arkamı döndüm.

-“Neden… geldin?”

Yavaşça yüzüme dokundu. O zamanki gibi… Hiç değişmemişti.

-“Soracak pek çok sorum var, biliyorsun değil mi?”
-“Hepsini cevaplayacağım.” Derin bir nefes aldı, “Ne kadar büyümüşsün…” dedi.
-“Sense tıraş olmayı bırakmışsın.”
-“Ama konuşma tarzın hiç değişmemiş.”
-“Bazı şeyler hiç değişmez.”
-“Bunu biliyor olmana sevindim.”
-“Ama senin adına konuşamam.”
-“Bazı şeyler hiç değişmez.”

Yüzümü ellerinin arasında alıp gözyaşlarımı sildi. Ama bu daha çok akmalarına neden oldu. Kendimi tutamayıp, ellerini yavaşça ittim.

-“Açıklama yapacak mısın?”
-“Bana inanacak mısın?”
-“İnanmak sorun değil ama kalbimi onarman imkânsız görünüyor.”

Yavaşça gülümsedi, acı dolu bir gülüştü. İyice yaklaşarak eliyle başımı göğsüne yasladı.

-“Daha önce birkaç kez imkânsızı başarmıştım.”
-“Kolombiya’ya girebilmek gibi mi?”
-“Yanlış. Sadece büyüdüğünü görmeyi hayal ederek ölümcül bir hastalığı yenmek gibi.”

***BİR YIL SONRA*** 


Zaman alsa da bütün sorularıma cevap buldum. Dediğim gibi asıl sorun, inanıp inanmamak değildi.

Üniversiteye gitmeden önce “Kaçış Sendromu” hastalığına yakalanmış. (Ayaklarda şişme ve halsizlik ile başlayan hastalık nefes darlığı, solunum yetmezliği, böbreklerin durması, tansiyon düşüklüğü ve organ yetmezliğine sebep olabiliyor.) Üzülmemi istemediği için bunu benden saklamış. Üniversiteye gideceğini söylerken aslında hastanede tedavi görmeye gidiyormuş. İki seneyi bu şekilde kaybetmiş.

-“Hasta olduğunu bilmeye hakkım vardı.”
-“Muhtemelen evden kaçıp, yanıma gelirdin.”
-“Peki ya ondan sonra?”
-“Florida’ya döndüm, seni görmek için. Ama gitmiştin. Princeton’a gittiğini söylediler. Ben de seni bulmak için oraya gittim. Ama yoktun.
-“Bu beni bulamasınlar diye söylediğim bir yalandı. Peki sen? Pennsylvania’ya gideceğini söylediğin halde yoktun! Senin için oraya gitmiştim.”
-“Hastalığımın kesin tedavisi yok. Bu yüzden beni almak istememişlerdi.”
-“Ama Kolombiya kabul etti?”
-“Proflardan birisi hastalığımla yakından ilgilenmişti. Nadir görülen bir hastalık olduğu için.” 

Mektuplar ise ona hiç ulaşmamış. Nedenini bilmiyoruz. Adresin yanlış olduğunu ya da eskiden kaldığı evlerden birinin adresi olduğunu düşünüyoruz.

-“Bütün bunlar beş yıla mal oldu.”
-“Özür dilerim.”
-“Bu çok zor bir durum… Yani hasta olman… Ama seni affedemiyorum, neden?”
-“Haklısın. Ama benden nefret ettiğini sanıyordum.”
-“Senden hep nefret ettim. Ama bu sevmeme engel değildi.”
-“Bunca yıl nasıl bekledin?”
-“Neden beni seçtiğini merak ederek… Bana nasıl sabretmiş olduğunu merak ederek… Gerçekte ne düşündüğünü ve ne hissettiğini merak ederek… Bu sorular beni ayakta tuttu. Şimdi… sorularımın cevabını verecek misin?”
-“Hayır, sonsuza dek aklında kalmak istiyorum.”

                Bir hafta sonra Kolombiya’ya döndü. Ama bu sefer sözünü tuttu, her ay bana yazdı. Posta kutusuna bakmak hayatımın en heyecan verici olayına döndü. Bunun dışında… Winter ve Allyson’ın gidişiyle de Lord of the Thigs nadiren sahneye çıkar olmuştu. Son senemde çok daha fazla çabaladım ve fizik bölümünden üçüncülükle mezun olarak yüksek lisans için New York’a gidebildim. Bu büyük bir şanstı. Gerçi ben New York’u da sevmiyordum. Ama bazı şeyler hiç değişmezken, bazılarının değişmesi de kaçınılmazdır.

-“Beni affetmedin, bana kızgınsın ama buraya geldin?”
-“Seninle ilgisi yok bunun. Kendi geleceğim için çabalıyorum.”
-“Gerçekten bu kadar büyüdün mü?”
-“Değiştiğimi söylemiştim. Ve sen böyle biri olmam için uğraşıp durdun.”
-“Çabalarımın sonuca ulaştığını görmek güzel. Ama benim için gelmiş olmanı tercih ederdim.”
-“Ne zamandan beri benim için bu kadar önemlisin ki?” diye sordum gülerek.
-“Sen benim için en önemli şey haline geldiğinden beri.”

            Şimdi yeniden birlikteydik ve ben yeniden kendimi önemli biri gibi hissediyordum. Ona bu kadar bağlanmamın nedeni belki de buydu. Ama o olmadığı zamanlarda, önemsiz biri olarak da mutlu olunabileceğini öğrenmiştim. Gerçi yanımda olduğunda güvende hissettiğim su götürmez bir gerçekti. Çünkü o benim hiç olmayan ailem, en iyi arkadaşım ve bu dünyaya karşı koruyucumdu.

Ve o yanımda olduğu sürece kalabalıkta yitip gitmeyecektim.

the end



Yazarın Notu: Yayınladığım hikayelerden hepsinin sonu "happy ending" olsa da kişisel olarak kötü sonlar yapmaktan daha büyük zevk alıyorum. Ama bazen bu sadece "kolaya kaçmak" oluyor. Kötü son olsaydı iki ihtimal vardı. Ya John, gerçekten de Laren'i unutmuş olacaktı, ki eğer öyle olsaydı önceki 5 yılı açıklayan mantıklı bir neden olmayacaktı, ya da John ölmüş olacaktı, ki bu da az önce söylediğim gibi sadece "kolaya kaçmak" olurdu. Ve son olarak John'ın geri dönmüş olması bu hikayenin bir "aşk" hikayesi yapmaz.  Ya da herhangi bir kategoriye koyulmaz. Çünkü Laren'le aralarında ne tür bir ilişki vardı ve bundan sonra nasıl olacak, muallakta... 

5 Şubat 2014 Çarşamba

Gökkuşağından Darağacı (Accion Poetica Radyosu) 5 Şubat 2013 Tarihli Yayınından Bir Kesit


"Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim 
Şöyle diyebilirim: gece yıldızla dolu Ve yıldızlar, masmavi titreşiyor uzakta Şakıyarak dönüyor gökte gece rüzgarı. Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara. Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim O durgun, iri gözler sevilmez miydi ama" *

 - İyi geceler Gökkuşağından Daracağı dinleyenleri! Karşınızda Guernica Kahlo! Marmara'ya ve Neruda'ya selam olsun! Accion Poetica radyosunda, saat geceyi vurmuş... Bunun üzerine en iyi ne gider? Buyurunuz...



-Herkesin harcı değildir Deep Purple'ın bu şarkısını kalbinden hissetmek. Bugün bir konuğumuz var, Angie! Angie tanıt kendini.

-Ben Angie. Öğrenciyim, Aragon severim, aslında ben senim, yani sizim, sizin yalnızlığınız. Ta içinizdenim anlayacağınız. Kaldırın kıçınızı, açın gözlerinizi, bir bakın etrafınıza, ben tam yanınızdayım. Sizin uysal birbaşınalığınız. Kırgın kimssesizliğiniz. Sonsuz ıssızlığınız. Bakın! Tam oradayım! Bugün bir Rolling Stones şarkısı olarak çıktım karşınıza. Kafanızda mırıldanıp durduğunuz o şarkı benim. Yarın bir Hümeyra plağı olup çıkacağım. Öteki gün, Niko'nun Meyhanesi'nden, 45'liklerin en ağırından fırlayıp kulağınıza sızacağım önce.  Sonra... Sonra ellerimle okşayacağım uhuyla yapıştırmaya kalktığınız kalbinizi. Derimin keskin asidi ilk önce yakacak kalbinizi. Sonra yavaş yavaş yok edecek... Dudaklarımla, dudaklarımla öpeceğim içinizi. Çocukluğunuzu öpeceğim, ilk kırdığınız vazoyu; gençliğinizi öpeceğim, delikanlılığınızı, gençkızlığınızı öpeceğim, ilk aşkınıza değdireceğim pamuktan yumuşak dudaklarımı. Ezildikçe ezilecek benliğiniz. Ağlayacaksınız sonra, içinizi çeke çeke... Loş bir odada, elinizde bir rakı bardağı, önünüzde mezeniz, kırık bir taburenin üstünde, plakçalardan yükseliyor "Kadınım" damla damla, kalbinize yağıyor. Düşünüyorsunuz kendi kendinize, sonra gelip bana soruyorsunuz, neden böyleyim? neden? etrafımdaki bunca insana rağmen neden?
Susacağım ben. Bu çıldırtacak sizi. İçtikçe içeceksiniz, sonra içtikleriniz gözlerinizden akıverecek. Öyle işte... Yalnızlığım ben.

-Ne güzel tanıttın kendini Angie... Her şey yalnızlıktan var olmamış mıdır zaten? Onun o beyaz ıslaklığından oluşmadık mı, karanlık mağarasından çıkmadık mı? Renkler yalnızlığın yansıması değil mi? Bak şu ağaca... Şu olmayan ağaca bak! Nasıl da yalnız... Kökleri uzanıyor içlerimize, ondan belki. Bak, bak şu Dali'nin bıyıklarına! İki deli fırça! Nasıl da ağlıyorlar hıçkıra hıçkıra... 

-Üstelik Guernica, en acısı da, insansızlıktan değil de, varoluştan böyle olmak... Kimilerini tanıdım, terk edildiler birer birer, ellerini sımsıkı saran eller, benim asidimle eriyip gittiler, o geride kalanlar, insansızlar işte. Oysa yalnızlık bambaşka, birbaşınalık bambaşka, kimsesizlik ondan da başka... Issızlık... En üst mertebe değil mi? Ah, vah şu yalnızlığa...


-Ah, Angie, ah... Vah, Yalnızlık, vah...


Hümeyra - Sessiz Gemiler

-Acaba... Tanrıya birileri, yalnızlığın resmini çizebilir misin, diye sordu da, ondan mı var olduk biz ha? Altında tanrının imzasını taşıyan, akrilikten, kolay akıp gidebilen, bir tuvalde kendine yer bulmaya çalışan renkler ve fırça darbelerinden mi ibaretiz bizler..? 

You Say Goodbye, I Say Hello #3



***İKİ AY SONRA***

Oda arkadaşım New Jersey’den gelen minyon tipli bir kızdı, Winter. Kumral, düz saçları vardı. 19 yaşındaymış, onun da gitar çaldığını öğrenince ufak bir çığlık attım. Bütün gün müzik hakkında konuştuk ve bana üniversiteyi gezdirdi. Hedefi sayılı ACLU avukatlarından biri olmaktı. Çalışkan bir kıza benziyordu, hedefine ulaşacağından şüphem yoktu.

Ona John Christopher Meresmith adında birini tanıyıp tanımadığını sordum. Bu ismi ilk kez duyduğunu söyledi. Sonra:
-“Bir ihtimal Johnny’den bahsediyor olabilir misin?” dedi. İçimde tuhaf bir sızı hissettim. Eskiden sadece ona yakın olanlar böyle seslenirdi. Ama belki de Winter ona yakındı?
-“Yakın mısınız?”
-“Herkes kadar işte.”
-“Neden?”
-“Eğer aynı kişiden bahsediyorsak, o herkesle yakındır.”

                O olabilir miydi ki? Ama benim tanıdığım Johnny ufak bir arkadaş grubuna sahip olan, uyuz biriydi. İnsanlar onu ya çok sever ya da nefret eder. Ya da benim gibi ikisi birden.

-“Sende resmi falan var mı?”
-“Bir bakarım ama neden soruyorsun ki onu?”
-“Buraya gelen bir arkadaşım vardı, o mu bilmek istiyorum. Üçüncü sınıf.”
-“Ah o zaman farklı kişilerden bahsediyoruz. Johnny ikinci sınıfta.”

                Derin bir nefes aldım. Rahatlamıştım. Ama neden? Onu bulamamıştım sonuçta. Sanırım onu okulun popüler çocuğu olarak görmek canımı yakardı. Peki ya onu hiç bulamazsam?

-“Önemli miydi?” diye sordu Winter. “İstersen bir arkadaşıma sorabilirim, herkesi tanır.”
-“Gerçekten mi? Bu çok hoş olurdu.”
-“Olmuş bil. Eee peki ne okumayı düşünüyorsun?” Güldüm, bu zor bir soruydu.
-“Sanırım uzun bir süre genel dersleri alıp karar vermeye çalışacağım.”

                Gerçekten de öyle oldu. Winter’ın benim için onu bulma işini halletmesini beklerken elimden geldiğince çok derse girdim. Bu benim kafamı dağıtmamın bir yoluydu. Winter artık durmamı söylüyordu, bu gidişle delirecekmişim. En kısa zamanda karar vermezsem kafam fena halde bulanacakmış. Onu dikkate almıyor değilim ama henüz karar vermedim. Her şeyden hoşlanıyorum. Kimya ya da fizik üzerinden gidebilirim. Özellikle fizik fazlasıyla ilgimi çekmeye başladı. Bir defasında diğer öğrencilere karşı fizik dersini savunuyordum. Herkes bana karşıydı. Sonra o benim dediğimi onaylayıp “En eğlenceli ders fiziktir.” demişti. Ve herkes bunu bir olguymuş gibi kabul etmişti.

                Sık sık kampüsü turluyordum. Belki bir rastlantı eseri onu görürüm diye ama hiçbir yerde yoktu. Çok geçmeden Winter da bundan bahsetti. Okulda bu isme ya da bu görüntüye sahip herhangi biri yoktu. Yaşadığım hayal kırıklığını anlatmak kolay değil… Ve endişeyi… Öyleyse neredeydi? Ne yapıyordu? Nasıldı?

                Beni unutmuş muydu?



***ÜÇ YIL SONRA***


                Kim derdi ki üniversite hayatımda böyle biri olacağım… Winter neye meylediyorsam onu seçmemi söylemişti ve ben de öyle yapmıştım. Üç sene fizik okumuştum. Ama esas olay bu değildi. Winter’la birlikte bir müzik grubu kurmuştuk. Sonra iki kişi daha aramıza katılmıştı. Rebecca, Texaslı bir kıvırcıktı. Tıp okuyordu, tam anlamıyla bir bateri dehasıydı. Allyson ise New York’tan gelen bir sarışın… Uçak mühendisliğini hedefliyor ve basgitar çalıyordu.

                Hayal etmeye kalksam bile bu kadar iyisini hayal edemezdim sanırım. Çok iyi kızlardı, hepimiz benzer hayatlar yaşamıştık, birbirimizi çok iyi anlıyorduk ve bu bizi daha da yakınlaştırıyordu. Ayrıca bizi bağlayan bir de müzik ve rock faktörü vardı. Gerçek dünyanın içinde kendi dünyamızı kurmuştuk. İkinci sene üniversite yakınlarında bir ev tutmuştuk.

                Hala sıradan biri gibi hissetmeme rağmen, hayat hiç olmadığı kadar güzeldi.

***

1999’u kutlarken herkes heyecanlıydı. Bu milenyumun son yılına giriyorduk. Elbette kutlama sahnesinde okuldaki tek kız grubu “Lord of the Thigs” (Butların Efendisi) de yer alacaktı. Bu ismi önce sadece espri amaçlı seçtiğimiz bir isimdi. Winter’la bir grup mu kursak diye düşünürken radyoda Aerosmith çalıyordu. “O zaman hadi Lord of the Thigs olsun.” Sonra bu isim yapışmıştı üzerimize ama alışmıştık da... Zaten absürt isimler reklam yapmanın da etkili bir yoluydu.

O gece uzun zamandır yapmadığım bir şey yaptım: Kendimi bıraktım. Şarkı söyledim, çığlık attım, dans ettim, kusana kadar içtim… Pişman olmayacaktım. Onsuz gireceğim 5.yıl olacaktı, daha fazlasını bile yapmaya hakkım vardı. Ben tam da böyle düşünürken ondan haber alacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.

O gece Kolombiya’dan gelen bir öğrenci kafilesi vardı. Sahnedeyken koluma taktığım zincir öğrencilerden birinin dikkatini çekmiş. Bunu daha önce başka birinde daha o gördüğünü ve o kişinin bu bileklikten sadece iki tane olduğunu söylediğini anlattı. Nefesim kesilmişti.
-“Adı neydi?” diye sordum ürpererek.
-“John. John Mes.. Mese…”
-“Meresmith!”
-“Evet. Tanışıyor musunuz?” Cevap veremedim. Başımı evet anlamında salladım.
-“Peki… O nerede şimdi?” Sanki herkesin bildiği bir şey sormuşum gibi bana baktı.
-“Bizim üniversitede tabi ki.”
-“Kaçıncı sınıf?”
-“Üçüncü sınıftı yanılmıyorsam…”

                İki senelik bir kayıp… Sınıfta kalma söz konusu olmadığına göre… Yoksa başına bir şey mi gelmişti? Pennsylvania’ya gideceğini söylerken yalan mı atmıştı? Beni başından savmaya mı çalışıyordu? Hayır. O böyle bir şey yapmazdı. Yapmaz mıydı gerçekten? Eskiden olsa emin olurdum ama aradan geçen zaman anıları silikleştirmiş, rüyaları seyrekleştirmişti. Ve artık emin değildim. Çocukta Johnny’nin adresi yoktu. Döndüğünde ilk işinin, adresini bana göndermek ve ona benden bahsetmek olacağına dair söz verdi. Zamanında John’ın bana verdiği broşu eline tutuşturdum. Bunu ona vermesini istedim. Ve sancılı bir bekleme süreci başlamış oldu.

Aylar hiç olmadığı kadar yavaş geçiyordu. Her gün gelecek haberin beklentisiyle kıvrandım. Bu dönemde yüzlerce nasihat dinledim. Bunca yıl sonra beni hatırlaması bile ilginç olurmuş. Çocukluk etmeyi bırakmalı, onu unutmalıymışım. Bunlara benzer bir dizi tavsiye işte. Ne yaşadığımı, ne hissettiğimi bilmeyen insanlardan bir dizi nasihat...

Şubat sonunda posta kutumda bir zarf belirdi. John’ın adresi… Başka bir şeyden bahsetmemişti. İyi olduğundan, ne yaptığından, hiçbir şeyden… Sadece bir adres. Ne yapacağıma karar veremedim. Gidip karşısına çıkacak değildim elbette. Ya beni hatırlamazsa? O kadar cesur değildim. Ama bir şekilde iletişime geçmeliydim. Ona mektup yazmaya böyle karar verdim.

“Selam John,
Nasılsın? Ben Laren. Hatırlıyor musun? Lisede aynı grupta çalmıştık. Bana ders çalıştırırdın. Kolombiya’da tıp okumak zor olmalı… Ama hayalinin peşinden gittiğin için de mutlu olmalısın. Hala gitar çalıyor musun? Uzun zaman oldu. Lütfen bana yaz.”

                İki ay sonra bile cevap gelmemişti. Belki mektubu almamıştır diye düşündüm. Yeniden yazdım. Yeniden ve yeniden. Ekim’e kadar yazdığım mektuplar onu bulmuştu. Başka bir açıklaması olamazdı. Beni silmişti ve yeniden hayatına girmemi istemiyordu. Pes etmiştim. Ama aralık gelince, kışın verdiği melankoli ile bir tane daha yazdım. Söz verdim kendime, bu son olacaktı.

“Seninle beş yıl geçirdim.
Sensiz de beş yıl geçirdim.
Artık gelsen olmaz mı?
Bir de…
Her şey için teşekkür ederim.”



4 Şubat 2014 Salı

You Say Goodbye, I Say Hello #2


Florida’ya dönmedim. Ben buraya geri dönmek için gelmemiştim. Ya kabul edilecektim ya da soluğu başka bir okulda alacaktım. Ne olursa olsun oraya asla geri dönmeyecektim.


Florida’yı sevmediğimi sanmayın. Dört mevsim yağmur yağar ve onu hatırlatan pek çok yere sahip… Bununla birlikte insana hapsolmuşsunuz hissi verir. Anne rahmi gibi nemli ve karanlıktır. Bu yüzden oradan çıkmak gerçek dünyaya gözlerini açmak gibi hissettirir. Kimse üniversiteyi Florida’da okumak istemez. Üniversitede bile hala orada iseniz hayatınızın sonunda kadar oraya tıkılıp kalırsınız. Ve bir hiç olmaya devam edersiniz.

Sonucu beklemek tam bir işkenceydi. Kabul edilmediğimi öğrenirsem belki pes etmezdim ama moralim sıfırın altına düşerdi ve yeniden toparlanmak zor olurdu. Yanımda beni teselli edecek o da yoktu. Başka insanlarınki bir kulağımdan girer diğerinden çıkardı ama o farklıydı. Boş ver demezdi, bir dahakine daha iyisini yaparsın falan. O farklıydı. Sadece kendi hayatından bir bölüm anlatırdı ve bu anısı üzerimde öyle bir etki yaratırdı ki o andan itibaren üzülemezdim, istesem bile yapamazdım bunu.

Nasıl tanışmıştık? Çok net değil… Satranç kulübündeydim, benim partnerim kulüpteki oyuncuların en iyisiydi. Düzenli olarak yenildiğimi söylememe gerek yok herhalde, kimi zaman da berabere kalırdı ama bu oldukça istisnai bir durumdu. Yine de bu onu sevmeme engel değildi. Sonra bir gün, aniden kulüpten çıktı. O kadar üzülmüştüm ki gittiği için ona küsmüştüm. Sonra onun yerine o geldi. Siyah saçlı, uzun boyluydu. Bal rengi gözleri vardı ama onun gözlerine nadiren bakardım. O kısa anlar bütün netliğiyle hafızama kazınmış… İlk zamanlar bu yüzden hiç sevmezdim onu. Ayrıca ukalanın tekiydi, onun beni yenmesine tahammül edemiyordum. Ve o giden arkadaşımdan da daha iyi oynuyordu. Çok fazla dayanamadım. Gelişinden bir sene sonra ben de kulüpten ayrıldım. Bu dönemde birbirimize çok uzaktık.

Aradan yıllar geçti. Satranç oynamaya yeniden başladım. O hala oradaydı ama bu sefer onu görmezden gelmeyi denedim. İlginçtir bu sefer de o bana kafayı takmıştı. Durup dururken yanıma, gelir yüzüme dokunur, alakasız şeyler sorardı. Matt’i yani abimi de tanıyordu ama bana gelip farklı isimler kullanarak konuşurdu. “Alex’i gördüm geçen gün, bir selam bile vermedi,” derdi. Ama benim abimin adı Alex değildi ve o da bunu biliyordu. İlk kez bu tuhaflığı ile ilgimi çekmişti. Kulüpte bir yandan ilginç taktikler öğretirdi, bir yandan sürekli beni gıcık etmeye çalışırdı. O sene turnuvaya katıldık, ikinci olmuştum çünkü birinciydi oydu. Her zamanki gibi. Ve ben ikinci kez satranç kulübünden ayrıldım. Sonraki sene kimya kulübüne katıldım. Ve nasıl bir rastlantı ise… O da oradaydı. Bu sefer de birlikte kimya olimpiyatlarına katıldık.

Olimpiyatların gerçekleştiği o gün gerçek anlamda yakınlaşmıştık. Sekiz kişi olarak katıldığımız olimpiyatlarda takımdaki tek kızdım. Herkesin bir arkadaşı vardı, ben hariç… O ise arkadaşlarıyla takılmak yerine bana eşlik etmişti. Bütün gün… Sadece sessizce oturup, etrafa soğuk bakışlar atıyordum, konuşmuyordum, yemek yemiyordum, sinir bozucuydum. Ama o yanımda oturmuştu ve benden iki yaş büyük olmasına rağmen beni ciddiye alarak sohbet etmişti. O yaşta erkekler kendilerinin çok önemli olduklarını sanırlar. O zaman farklı olduğunu anlamıştım. Her şey o gün başlamış gibi hissediyorum. İlk kez o kadar da kötü olmadığına karar vermiştim. Ve ilk kez kendimi önemli biriymiş gibi hissetmiştim.      

Sonra o liseye geçti. Yine de bizim okula gelip gitmeye ve benimle ilgilenmeye devam etti. Bunu neden yaptığını hala merak ediyorum. Neden ben? Bende ne gördü? Bana nasıl sabretti? Bu soruların cevabını almayı çok isterdim, cevabı diğer zamanlarda konuştuklarımızda gizlidir belki ama henüz bulamadım. Derslerimde bana yardım etmeye ve benimle kavga etmeye devam etti. Yine onun sayesinde onun olduğu liseye gidebildim. Kim bilir belki de beni bu yüzden çalıştırmıştı. Onun yanında olmaya devam edeyim diye… Bilemiyorum, herkes bizim aramızda bir ilişki olduğuna inanıyordu. Bana gelince… Gidene kadar benim için arkadaştı, aileydi. Ne zaman gitti, o zaman ona karşı çok daha fazlasını hissettiğimi, bunlardan çok daha fazlası olduğunu anladım. Peki, o ne düşündü, ne hissetti? Bu cevabını bilmeyi en çok istediğim sorulardan biri.

Lise kesinlikle daha eğlenceliydi. Belki de onunla daha çok zaman geçirme fırsatı bulduğum içindir... Düşününce… Bana bu fırsatı veren yine oydu. Hiç pes etmeden beni yanında tutmaya devam etti. Benim yüzümden okuldan atılma tehlikesi bile yaşadı. Ben sorun çıkardıkça o pes etmeden arkamı toplamaya devam etti. Onu sürekli suçladım, ona defalarca bağırdım, hakaret ettim, küstüm ve hatta onu terk ettim. Bir kez bile özür dilemedim, haklı olduğunu kabul etmedim. Teşekkür bile etmedim. Kendini beğenmişin teki olduğu için ondan nefret ettim. Yine de bana saygı duymaya ve beni sevmeye devam etti. Onun da tamamen masum olduğunu söylemem, asla sessiz kalmazdı. Ama yine de benden vazgeçmedi. Buna o kadar uzun süre devam etti ki en sonunda bana kendimi suçlu hissettirdi. Vicdan azabıyla geçen o son iki ayda elimden geldiği kadarıyla her şeyi düzeltmeye çalıştım. Onun gideceğini idrak ettiğimde ona her zamankinden daha çok bağlanmıştım. Onun olmadığı bir dünyayı düşünemeyecek kadar…

Arkadaşlarıyla bir rock grubu kurmuşlardı, müziğe taptığımı bilirdi, grubun vokali olduğumda dünyalar benim olmuştu. Gitar da çalıyordum tabi ama beni vokal yapmasının nedeninin bana olan zaafı olduğunu düşünüyorum. Sesim fena değildi ama onunki daha uygundu. Bunu diğerlerinin bilmemesi de bizim sırrımızdı. Başka sırlarımız da vardı tabi... Yalnız kaldığımız zamanlarda bana pek çok şey anlatırdı. Beni değiştiren, büyüten, olgunlaştıran şeyler. Bana diğerlerinden farklı olduğumu söylerdi. Hiçbir zaman neden diye soramadım. O konuşurken hep sessiz kalırdım. Sadece onu tanımaya çalışırdım, daha çok konuşsun isterdim. Zor bir bilmeceydi, gidene kadar onu çözemedim.

Son günümüz o kadar sıradandı ki… Ona veda ederken hiçbir şey diyememiştim. Gitme, beni unutma, yine gel ya da başka herhangi bir şey. Yüzüme bakmıştı, hissediyordum, bir şey dememi beklemişti ama ben sustum. Bunun “son” olduğunu idrak edememiştim. Zannediyordum ki yine gelecekti, kavga edecektik, sinirden gülecektik ve sonra barışacaktık. Ve her zaman yaptığı gibi yanağımı okşayacaktı. Bu önceleri çok rahatsız ederdi beni ama sonradan güvende hissettirmeye başladı. Beni kolunun altına aldığında, elimi tuttuğunda, yanağımı okşadığında… Gittiğini ve bir daha dönmeyeceğini o kadar geç anladım ki… Yine de aradan geçen iki yıla rağmen hemen her gün rüyamda görüyorum. Etkisinden çıkmam zor oluyor, kafamı yeniden toplamam…

Sormak istediğim başka bir soru daha var. Yıllarını benim peşimde koşarak harcadı. Nedeni belirsiz bir şekilde bunu yaptı ama sonra üniversiteye gidince... Gitti ve bir daha dönmedi. Bir kez olsun aramadı, nasıl olduğumu merak etmedi. Ona ulaşmaya çalıştım ama olmadı, yaşayıp yaşamadığını bile bilmiyorum. Bunu bana nasıl yaptı? Birlikte beş uzun yıl geçirdik, her zaman yanımda oldu ve tam da ona ihtiyacım olduğu zamanda… Gitti ve bir daha dönmedi. Gözlerimi kapattığımda yüzü beliriyor.  Ona soruyorum, “Neden bir kez olsun aramadın? Beni hiç sevdin mi gerçekten? Hayır desen gülerim, bunca zaman neden bana dayandığını açıklayacak başka bir neden yok çünkü.  Evet desen yine gülerim, madem seviyordun neden bir kez olsun merak etmedin beni? Aklıma soktuğun düşüncelerle ve sorularla baş başa bıraktın beni. Neden?”

Posta kutusundaki mektubu görünce elim titremeye başladı. Zarfı açmak için içeri girdim, bunu nasıl yaptım bilmiyorum. Yutkundum ve katlı kâğıdı itina ile zarftan çıkardım. Başını okumadım bile, sonuna odaklanmıştım ve… Bu bir rüya olmalıydı… Ben Laren Stilness, Pennsylvania Üniversitesi’ne kabul edilmiştim.


Şimdi tek yapmam gereken, eğer hala buradaysa, onu bulmaktı.

3 Şubat 2014 Pazartesi

You Say Goodbye, I say Hello #1



Üniversite benim “Rönesans”ım olacaktı.

Caddenin ortasında durup, insanlar seyrederken düştüğüm karamsarlığa en kötü anlarımda bile düşmemiştim. Annemin hüngür hüngür ağladığı, abimin evden kaçtığı ya da babamın evi terk ettiği zaman bile. İntihar etmeye çalışırken bile hissetmemiştim bu acıyı… Milyarlarca insandan sadece biri olmanın verdiği zayıflık hissi hepsinden daha çok yıkıyordu benliğimi. Ama sanki üniversiteye gittikten sonra benim için her şey değişecek gibi geliyordu. Sanki o zaman önemsiz biri olmaktan kurtulacaktım. Böyle bir fikre neden ve nasıl kapıldım bilmiyorum ama insan ümit etmek istiyor ve bunun için de bir sebep arıyor. Yaptığım kendimi kandırmak bile olsa buna razıyım. Şimdilik.

Yeniden doğuşumun öncesinde sıkı bir hazırlık süreci vardı. Kurtuluş olarak gördüğüm bu şeye ulaşmak için her şeyi yaptım. Sözde arkadaşlarım her gece partilerde ot içerken evde oturup ders çalışırdım. Bunu yaptıkları için onları kınıyor değilim. Önceden benim de tek yaptığım buydu. Sonra biri girdi hayatıma… Ve her şeyi değiştirdi. Bambaşka biri oldum. Neden, nasıl ya da ne zaman? Bilmiyorum. Birine aşk ve nefreti, aynı anda duymak nasıl mümkün olabilirmiş onunla öğrendim. Ve bir gün geldiği hızla gitti. Geriye kimsesiz ve çaresiz bir ben bıraktı. Onsuz geçen zamanlarımda neler anlatmak istediğini daha iyi anladım ve sanki hala yanımdaymış gibi onunla konuştum. Ve üniversiteyi yeniden doğuş olarak görmeye de o zaman başladım. Kim bilir belki de onu bulurum ümidiyle tutundum bu hayale… Ama ne fark eder? O gitmişti ve gidene kadar ben hislerimin bile farkına varamamıştım. Üzerinden yıllar geçti ama hala rüyalarımda onu görüyorum. Kaç yıl daha günbatımı, deniz, gece ve yağmur onu hatırlatacak bana? Bir yanım onu unutmak istiyor, diğer yanım ise onsuz boş bir insan olacağımı söylüyor.

Ben düşünceler beynimi kemirdiğinde onları bir kenara itip masanın başına oturuyorum. Onlar ise düşüncelerden kurtulmak için beyinlerini uyuşturmayı tercih ediyorlar. Kaçtıkları için onları suçlayamam. Çünkü farklı görünsek de aslında hepimiz aynı sığ ve korkak insanlarız.



***BİR AY SONRA***


1996’nın Mayıs ayında üniversitenin kapısından girdim.
Bana eşlik edecek bir arkadaşım ya da benim için endişelenecek bir ailem olmadan. Ve buraya gelmeme neden olan o olmadan… Bununla birlikte yalnız olacağımı zaten biliyorum. Onunla hayal etmiştim ama bunun sadece bir hayal olduğunun farkında olacak kadar aklım başımdaydı.

Philadelphia’nın hoşuma gittiği söylenemez ama burada sevmeye başlasam daha iyi olacaktı. Ya da bunun yerine az sonra gireceği mülakatım düşünsem… Kolay olmayacağı kesindi çünkü. Nitekim mülakat başladığında aklım hala başka yerdeydi.
-“Bayan Stillness?”
-“Buyurun...”
-“Beni dinlediğiniz emin olmak istedim. Hım… 18 yaşında, Florida’dan… Bilmem ne lisesi mezunu. Okul birincilikle bitirilmiş, kimya olimpiyatlarında birincilik, satranç turnuvasında ikincilik, ülke genelinde dört komposizyon yarışmasını kazanmışsın… Peki bu ne? Müzik geçmişi?”
-“Lisedeyken bir grupta vokalist olarak yer almıştım.”
-“Hım… Bunun özgeçmişinde yer alması gerektiğine nasıl karar verdin?”
-“Benim için önemliydi.”
-“Senin için önemli olan her şeyi yazdın mı?”
-“Yazmak isterdim.” 
-“Geldiğin yere göre iyi bir geçmişe sahip olduğunu düşünüyorsun.”
-“Mülakata kabul edildiğime göre bu sizin de düşünceniz olmalı.”
-“İlgimizi çekenleri kabul ettik.”
-“İlginizi çekebildiğime sevindim.”

-“Şimdi… Bana öyle bir şey söyle ki senden daha iyi olanlar yerine seni seçeyim.”
-“Benden daha iyi olanlar… Mesela?”
-“Mesela bu sabah görüştüğüm İngiliz kız. Özel bir okuldan birincilikle mezun olmuş, fizik olimpiyatlarında derece ve şimdiye kadar sadece kendine ait resimlerden oluşan 4 sergi açmış.”
-“Resim müzikten daha mı üstün?”
-“Hayır tabi ki.”
-“Öyleyse özel liseden mezun olmuş olması?”
-“Ha-hayır.”
-“Zengin bir baba üniversiteye girmenin daha kolay bir yolu mu?”
-“Konuyu değiştirmeyelim lütfen, hala senden istediğim şeyi bana söylemedin.”
-“Peki, şuan sizin yaptığınız nedir? Her neyse, sorunuza cevap vereceğim. Dağılmış bir ailede büyüdüm. Bu başıboşlukla genç bir kızın eğlence adına yaşabileceği ne varsa yaşadım. Bunların hiçbiri beni doyurmadı.  Kendimi sadece ve sadece gelişmeye adadım. Hayatımın bundan sonrasında da başka bir şey yapmayacağımdan emin olabilirsiniz. Çünkü ilgimi çeken hiçbir şey yok. Sistemin yaratmak istediği türden, duyguları olmayan bir robotum. Bu yüzden sorun çıkararak üniversitenin adını kirletme ihtimali bulunanlar yerine okulun reklamını yaparken kullanabileceğiniz beni seçin.”

***

13 Ocak 2014 Pazartesi

[Yeni / Akame] Genki Tanıtım



28 Mayıs 2008

Bugün, oradaydım... Onunla buluştum. Son kez. Bu ona son elveda deyişim oldu. Yorgunum, yılgınım ve kırgınım... Beni ne olursa olsun bırakmamalıydı. Ben... Artık... Dayanmıyorum. Aldığım her bir nefes göğsümü deliyor. Dünya dedikleri bu yer bir hapishane... Araf'ın ta kendisi. İstemiyorum. İstemiyorum burada kalmayı, kaçacağım, bir çıkış yolunu bulacağım. Ve o zaman, artık "Kamenashi" diye bir kavram kalmadığında geriye, özlemim bir son bulacak. O zaman iyi olacağım. O zaman nefes almak, acıtmayacak canımı.

Traji-komik bir hikayeydi benimkisi. Bir şarkıydı. Bitirmeye yetmedi ömrü öykücüsünün, şairinin ve bestekarının...
Oysa, kalbim senin şarkını ebediyete kadar mırıldanacak...

Hoşça kal şefkatsiz deniz ve tüm iyiliği emen toprak!

Hoşça kal...


14 Aralık 2013 Cumartesi

Gaemjeong Belsoli -15.Bölüm- (Final)



"Hayat bu; her şey bir anda son bulur.
Hayat bu; son dediğin an her şey yeniden son bulur."
(Seneca)



“Evet sayın dinleyicilerim… Bugün benim için çok özel bir gün. Bundan tam on yıl önce bugün TVXQ, Hug şarkısıyla resmi olarak çıkışını yaptı ve yıllar boyu sürecek bir krallık için gün yüzüne çıktılar. Aynı zamanda bugün en iyi arkadaşımla tanıştım ve TVXQ onuncu yılını kutlarken biz de onuncu yılımızı kutluyoruz. Ayrıca bugün yanımda özel bir misafirim de var. Size bildiği birkaç hikayeyi anlatacak biri. Lütfen kendini tanıt.”

“Merhaba. Hepinize iyi akşamlar. Ben… Şimdiye kadar bana pek çok isim taktılar. Bunlardan biri ise “Jocha.”  Ve bugün size inanması güç ama gerçek bir radyo hikayesi anlatacağım. Ve bunu dinledikten sonra dikkat edeceksiniz. Çünkü eğer şanslıysanız, hayatınızda bir kere, hayatınızı önce ve sonra diye ayırabileceğiniz biri ile tanışacaksınız. (My Sassy Girl 2008)"

***

Yazarın Notu: Her ne kadar bu insanlar hayatlarının sonuna gelmemiş olsalar da biz onların hayatlarının bir bölümünden bahsettiğimiz bu hikayenin sonuna geldik. Her ne kadar anlatımın akışını durdurarak okuyucuya bilgi vermek teknik yönden kusur sayılsa da okuyucunun merakının tatmin etmek için bu eksikliğin olmasına göz yumacağız.


Jinyoung ve Jimin uzun süre kaybolan geçmişlerinin peşinde koştular. Ne var ki Jinyoung’un hafızası hiçbir zaman geri gelmedi. Onu terk edişinin nedeni de Jinyoung’un hafızasının bir bölümü gibi sonsuza dek silinip gitmişti. Zaten en sonunda herkes bunun nedenini sorgulamayı bıraktı çünkü dediğimiz gibi önemli olan nedenler değil sonuçlardı. Ve çok fazla acı çekilmiş olsa bile sonuçta mutluluk gelmişti.
Daha sonra geçmişi bir kenara koyup birlikte hatırlanacak daha güzel anılar yaşadılar. Jimin hiç şikayet etmeden geçmişi ikisinin yerine de hatırladı. Yaklaşık kırk yıl sonra Jimin kalıtımında olduğu için alzheimer a yakalandığında, bu sefer rolleri değiştirdiler. Jinyoung hiç pes etmeden her gün ona kendi hikayelerini anlattı, her gün yeniden başladılar.

Chunghee ve Soomin ise bir kere yaşadıkları bu ayrılıktan yeterince ders almışlar ve birbirleri olmadan yaşamayacaklarını anlamışlardı. Bunu böylesine derinden hisseden her yetişkin yapacağı gibi bir gün kağıt üzerinde de birliktiklerini resmileştirdiler. Gelin görün ki bundan sonra da pek çok kez kavga ettiler ama hiçbir zaman biri diğerini terk etmedi. Ayrı geçirdikleri o zamanları hatırladılar ve böylece her dönüşleri bir öncekinden güçlü oldu.

Hana ve Kyuhan’a gelince… Uzun süre aralarındaki “radyo” hikayesinden sonra arkadaşları arasında dalga konusu oldular. Üç yıl birlikte geçirdikten sonra evlendiler ve söz konusu “radyo” evin baş köşesine yerleştirildi. İki yıl sonra oğulları olduğunda ise herkes radyonun akıbetinin ne olacağı anlamış oldu.
Hana, Jimin ile birlikte uzun yıllar radyo programını yapmaya devam etti. Ve Hana çocuğu olacağına öğrenene kadar da şarkı söylemeye… Kyuhan ona uğur getirmişti birlikteliklerinin ilk yılında çıkardığı albüm her zamankinden fazla sattı. Kırk iki yaşında gelince hayal ettiği gibi bir kitap yazdı. Kyuhan ise resim yapmayı bir daha asla bırakmadı ve yıllar boyunca Hana’yı model olarak kullanmaya devam etti. İşini geri plana atıp hayatını yaşamayı ve mutluluğun varılacak bir yer olmadığını, sona doğru giderken seçilecek bir yol olduğunu öğrendi.

Jimin ve Hana arkadaşlıklarının yirminci, otuzuncu ve son olarak kırkıncı yılını birlikte kutladılar. Kyuhan ve Chunghee de ölene kadar Sherlock ve Watson olarak kaldılar.


Yazarın Notu: Böylesine mutlu sonların gerçek hayatta olmadığını hepimiz biliyorum ama ne önemi var? Şimdi, sonun nasıl olacağı bizim elimizdeyken neden her şeyi kötü bitirelim? Hepimizin hayatında mutlu sonlar olması dileğiyle… Ne de olsa "Yaşamda birden çok son vardır." (Waterworld 1995)

the end