Luise gittikten sonra her şey
anlamsız gelmeye başlamıştı. Kendimi berbat hissediyordum. Yeni singleımın çok
satmasına bile sevinememiştim. Sık sık Japonya’ya gitmem gerekse de birkaç ayı
Kore’de geçirmiştim. Bu süre boyunca Nera beni bir an olsun yalnız bırakmıyordu
ama açıkçası tek başına olduklarında Nera da Luise de benim için pek bir anlam
ifade etmiyordu. Birlikte olduğumuzda kendimi mutlu hissediyordum. La Dolce
Vita olarak… Birimiz eksik olduğunda yarım kalıyorduk. İşte o zaman da aynen
böyle olmuştu. Luise yoktu ve biz yarım kalmıştık.
Hafif bir uykudaydım. Rüyamda
Luise’i görüyordum. Zaten gittiğinden beri rüyalarımın başkahramanı oydu.
Telefonumun zil sesiyle uyandım. Telefonu elime alıp gözlerimi ovuşturarak
arayanın kim olduğuna baktım. Nera’ydı.
“Alo! Shiru! Luise… Luise’i
gördüm!” dedi Nera, sesi heyecandan titriyordu.
En az onun kadar heyecanlanmıştım
ve heyecanım bir şeyler söylememi dahi engelliyordu. Çığlık atıp yatağımda
tepinmeye başladım. Ne yaptığımın ben de farkında değildim elbette. Bu haberi
tam 67 gündür bekliyorduk, heyecanlanmam gayet doğaldı.
“Şu an benim kaldığım oteldeyiz,
Luise uyuyor. Şimdi hemen Suho’yu ara. En kısa sürede Busan’a gelmelisiniz.
Otelin adresini şirketten öğrenirsiniz. Suho bir yolunu bulur.”
Telefonu kapatır kapatmaz Suho’yu
aradım ve apar topar yola çıktık. Birkaç saatlik bir yolculuktan sonra
Busan’da, Nera’nın kaldığı oteldeydik.
***
Geceyarısıydı. Luise yan odadaydı
ve hala uyuyordu. Suho’nun arkadaşı Hyun Shik sayesinde sağ salim
gidebilmiştik. Hyun Shik biraz önce yiyecek bir şeyler almak için dışarı
çıkmıştı. Bu sırada kapı açılmış ve Luise yanımıza gelmişti. Koşup ona sıkı
sıkı sarıldım. Zaten zayıf olan bedeni iyice zayıflamıştı. Hastalık derecesinde
bir zayıflıktı bu. Saçlarını kısacık kesmişti. Soluk yüzü artık tamamen
beyazlaşmış denilebilirdi. Sarıldığımda burnuma gelen yoğun sigara ve alkol
kokusu onun bu 67 günü nasıl şartlarda geçirdiğini özetliyordu. İçimden “Ah
Luise… Ne yaptın kendine böyle?!” diye
geçirdim. Berbat bir haldeydi. Uyuşturucu kullanmaya da başlamış olduğuna adım
gibi emindim. Yüzünün birçok yerine piercing taktırmış, vücudunu dövmelerle
doldurmuştu. Sanki kendisine işkence ediyor, acı çekerek cezasını ödediğini
düşünüyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı.
O gece Luise başından geçen her
şeyi bir bir anlattı. Onun ne kadar güçlü biri olduğunu bir kez daha
anlamıştım. Onun yaşadıklarını yaşamış olsam canıma kıymış olmam işten bile
değildi. Hayır, ona acımıyordum. Kendisini acındırmak gibi bir amacı da yoktu
zaten. Yalnızca yaşadıklarını anlatıyordu ve gayet sakindi. Hatta babasının
ölümünü bile gayet sıradan bir olay gibi anlatıyordu. Aslında ölüm gerçekten de
sıradan bir olaydı. Sonuçta hepimiz ölecektik. Ama yine de bu durum benim
kanımı dondurmuştu. İşte bu yüzden Luise çok güçlü bir kızdı…
Ona Seul’e geri dönmesini
söylesek de ikna olmadı. En sonunda kendine doğru dürüst bir iş bulup kötü
alışkanlıklarından kurtulması şartıyla Busan’da kalmasını kabul ettik. En
azından bir süreliğine…
Hyun Shik’i onu ikna etmesi için
Busan’a gönderdik. Başarılı da oldu. Kısa bir süre içinde Luise tekrar
Seul’daydı. Şirket Luise’in epilepsi olduğunu öğrenir öğrenmez kontratı
feshetmişti etmesine ama Hyun Shik ona bambaşka bir kapı açmıştı. Artık ikisi
birlikte popüler olmayan bir indie grubundaydılar. Grubun lideri Hyun Shik’ti.
Luise’in derdi popüler olmaktan ziyade sevdiği şeyi –müziği- yapabilmek
olduğundan bu teklifi hemen kabul etmişti. Böylece La Dolce Vita dağılmıştı.
Fakat bu öncekiler gibi geçici bir dağılış değildi. Resmen dağılmıştık ve ben
bunu bir türlü kabul edemiyordum. Luise ve Nera ailemden bile fazla vakit
geçirdiğim insanlardı ve onlarla çalışmak beni inanılmaz derecede mutlu
ediyordu. Zaman zaman solo aktivitelerimizle meşgul olsak bile üçümüz irtibatı
hiç kesmez, La Dolce Vita olduğumuzu fırsatını bulduğumuz her an birbirimize
hissettirirdik. Şimdi de irtibatı kesmeyecektik elbette ama bu sefer durum
farklıydı. Artık La Dolce Vita yoktu ve bir daha asla olmayacaktı…
Luise bir yandan Busan’da olduğu
gibi yine bir kitapçıda çalışıyordu. Her gün iş çıkışında Hyun Shik’in
çalıştığı müzik marketine gidiyordu. Yeni çıkan albümlere göz atmak için
gittiğini söylese de işin aslının öyle olmadığını biliyordum. Luise ne zaman
Hyun Shik ile konuşsa normalde olduğu gibi davranmıyordu. Daha kibardı sanki.
Sanki ondan etkilenmiş, hatta ona hayran olmuş gibiydi. Başta bunu Hyun Shik’in
tıpkı Luise’in olmak istediği kişiliğe sahip olmasına bağlıyordum. Daha sonra
olayı anlayacaktım.
Single satışlarından elime iyi
bir para geçmişti, şirketten kazandığım para da fena değildi. Olaydan birkaç
hafta önce kazandığım paranın bir kısmını harcayarak Seul’de bir apartman
dairesi tutmuştum. Bir yıllık kirasını da peşin ödemiştim. Yüksek katlı bir
apartmanın en üst katında bir daireydi bu. Terasa çıktığınızda bu görkemli
şehir adeta ayaklarınızın altındaydı, Han Nehri bu şehre ayrı bir güzellik
katıyordu. Yeni evim için yeni mobilyalar da almış, her şeyin beyaz olmasına
dikkat etmiştim. Evdeki her şey beyazdı ve bu bana huzur veriyordu.
Eve taşınır taşınmaz Nera beni
aradı ve “bizimkilerle” birlikte kutlama yapmak istediklerini, akşam bana
geleceklerini, gelirken alışveriş de yapacaklarını söyledi. Bizimkilerden kasıt
elbette Luise, Suho ve Hyun Shik’ti. Nera’nın bu isteğine karşı çıkmadım. Tıpkı
dediği gibi akşam olduğunda dördü de evimdeydi.
Saat geceyarısını geçmişti. Suho
ve Nera alkolün etkisiyle saçmalamaya başlamıştı. Salonun orta yerine uzanıp
ortada hiçbir neden yokken gülüyor, hatta gülmekten mi yoksa üzüntüden mi
olduğunu anlayamadığım bir şekilde ağlamaya başlıyor, sonra da daha gözyaşları
bile kurumadan tekrar gülüyorlardı. Anlaşılan ikisi de alkole pek dayanıklı
değildi.
Luise ve Hyun Shik terasta
konuşuyorlardı. Suho ve Nera ile kahkahalara boğulmuşken bir an için onların
evde olduğunu bile unutmuştum. Alkolün etkisiyle uykuya daldıklarında ikisini
zorlukla koltuğa yatırmış ve sözde hava almak için terasa çıkmıştım. Asıl
amacım elbette biraz da Hyun Shik ve Luise ile vakit geçirmekti. Çünkü geldiklerinden
beri üçümüzden ayrı takılıyorlardı. Elime üç şişe bira alıp Suho ve Nera’yı
uyandırmamaya çalışarak terasın kapısını açtım.
Hararetli bir konuşmanın
ortasında gibiydiler. Kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki benim geldiğimin
farkına bile varmamışlardı. Ben de durumu fırsat bilerek aslında yapmamam
gereken bir şeyi yaptım, bir köşeye saklanıp onları dinlemeye koyuldum.
-“Seni sevdiğimi söylüyorum,
anlamıyor musun?!” diye bağırdı Luise.
-“Yalnızca sevdiğini sanıyorsun.
Aslında hissettiğin şey aşk değil, hayranlık. Benim gibi olmak istiyorsun, bu
yüzden bana hayransın.” dedi Hyun Shik. Ses tonu normaldi, oldukça sakin
gözüküyordu. Ellerini Luise’in omzuna koydu fakat Luise sert bir hareketle
ellerini ittirdi.
-“Hayır! Hayranlık ve aşkı birbiriyle
karıştıracak yaşta değilim ben. Sandığından çok daha fazla, çok daha ağır
şeyler yaşadım. Bu yüzden bana akıl vermeye kalkmasan iyi edersin.”
-“Peki ya aşk? Beni tanımadan
önce de birine âşık olmuş muydun?”
Luise bu soru karşısında
afallamıştı. Gözlerini Hyun Shik’ten kaçırarak birkaç saniye duraksadı ve sonra
konuşmaya devam etti.
-“İnsan kaç kez âşık olur ki
zaten? Âşık olmak yemek içmek kadar sıradan bir şeye dönüşseydi bir anlamı
kalmazdı.”
-“Soruma cevap vermiyorsun.
Öyleyse olmadın.”
-“Biliyorum, benim sana âşık
olmam korkutuyor seni. Çünkü sen beni benim seni sevdiğim türde bir sevgiyle
sevmiyorsun. Tamam, öyleyse bunları söylemediğimi varsay. Lütfen bu konuyu bir
daha açmayalım.” dedi ve çantasını alıp gitmeye yeltendi.
-“Her şeyi yanlış anlıyorsun!”
diye bağırdı Luise’in arkasından.
-“Unut gitsin!” dedi ve kapıyı
çarpıp gitti Luise. Eliyle gözlerinden süzülen yaşları silerken sinirden mi
yoksa üzüntüden mi ağladığını kendisi de bilmiyordu.
Hyun Shik, Luise’in gittiğinden
emin olduğunda terasın demir korkuluğuna yaslandı ve “Saklandığın yerden
çıkabilirsin Shiru.” diyerek gözlerini olduğum yere çevirdi.
Bir köşeye sinmiş olan biteni
izlerken beni fark etmediklerini sanıyordum, fakat yanılmıştım. Usulca
saklandığım yerden çıktım ve mahcup bir tavırla söze başladım.
-“Şey… Kusura bakma. Ben-“
-“Boş versene. Bana da dertleşecek
biri lazımdı.” dedi ve elimdeki bira şişelerinden birini kapıp kapağını açtı ve
bir dikişte bitirmeye çalıştı.
-“Hey! Ağır ol bakalım! Daha gece
yeni başlıyor ve fazla biramız kalmadı.” diyerek onu engelledim. Zaten içeride sızmış
iki kişi varken üçüncüsüne gerek yoktu.
-“Onu boş ver de…
Konuştuklarımızın ne kadarını duydun?”
-“Sanırım büyük bir kısmını.”
-“Olayı kavramışsındır öyleyse.”
-“Başımla onlayladım.
-“Peki, söyle bakalım. Hiç âşık
oldun mu?” dedi Hyun Shik. Dertleşeceğimiz konunun bu olduğunu elbette
biliyordum. Merakla gözlerimin içine bakarak cevap bekliyordu.
-“Eskiden hoşlandığım çocuklar
oldu elbette ama aşık olmak ve hoşlanmak farklı şeyler. Bu yüzden hiç aşık
olmadım.”
-“Farklı derken neyi
kastediyorsun?” dedi Hyun Shik. Gözlerinde yine o aynı meraklı bakış vardı. O
an kendimi henüz ilkokul çağındaki bir çocukla konuşuyormuş gibi hissettim.
-“Birinden hoşlanmak demek onun
dış görünüşünü beğenmek demektir. Yani ilk görüşte aşk denilen şey tam bir
palavra. Birine aşık olabilmek için yalnızca onun dış görünüşünü beğenmek
yetmez. İnsanlar birbirlerinin kişiliğine, düşüncelerine, hareketlerine,
tavrına aşık olurlar. Aynı anda onlarca kişiden hoşlanabilirsin ama birine aşık
olduğunda başka kimseyi görmez gözün. Geceleri onu düşünmekten uyuyamazsın çoğu
zaman, uyuyabildiğinde ise rüyalarının başkahramanıdır o. O da seni senin onu
sevdiğin gibi seviyorsa güzel şeydir aşk. Fakat sevmiyorsa acıtır insanın
canını. Ne olursa olsun onu korumak istersin, mutlu olmasını dilersin ama sen
onu böylesine severken o başka birine baktığında yüreğindeki acıyı hiçbir şey
dindiremez. Gariptir ki insanların pek azı aşkına karşılık bulabilir. Gerisi ya
Mecnun olur çölleri aşar, ya Ferhat olur dağları deler ya da Luise gibi her
şeyin unutulmasını diler…”
-“Yanımda olsa bile delicesine
özlüyorum onu. Her saniye onu düşünmekten çıldıracak noktaya geliyorum. Onun mutluluğunu
her şeyden üstün tutsam da benimle olması için her gece dua ediyorum. O benim
aciz aklımın kavrayamayacağı türde bir varlık sanki. Bir melek, bir peri… O her
konuştuğunda kelimeler mutluluğun şarkısını söylüyor. Dudaklarından dökülen her
harf farklı bir kılığa bürünüyor. Dudaklarını oynatışında bile farklı bir ahenk
var. Uzun kirpikleri ay ışığında parıldıyor. O ela gözleri ruhumun derinliklerinde
fırtınalar koparıyor. Ona her baktığımda kalbim bana türlü işkenceler ediyor.
Söylesene bana, ona aşık mıyım?”
-“Bu aşk denen tatlı illet seni
de esir almış belli ki. Peki, kim o?”
Hyun Shik, ellerimi tuttu.
Üşümüştüm. Onun elleri sıcaktı. Gözlerimin içine baktı ve ardından o uzun
kollarını sıska bedenime doladı. Sorumun cevabını almıştım. Duyulur duyulmaz
bir sesle “Özür dilerim Luise… Seni değil de beni seçtiği için özür dilerim…”
dedim ve süzülen birkaç damla gözyaşının yanağımı ıslattığını fark ettim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder