3 Aralık 2013 Salı

Saturday Night Love -9. Bölüm-

Luise gittikten sonra her şey anlamsız gelmeye başlamıştı. Kendimi berbat hissediyordum. Yeni singleımın çok satmasına bile sevinememiştim. Sık sık Japonya’ya gitmem gerekse de birkaç ayı Kore’de geçirmiştim. Bu süre boyunca Nera beni bir an olsun yalnız bırakmıyordu ama açıkçası tek başına olduklarında Nera da Luise de benim için pek bir anlam ifade etmiyordu. Birlikte olduğumuzda kendimi mutlu hissediyordum. La Dolce Vita olarak… Birimiz eksik olduğunda yarım kalıyorduk. İşte o zaman da aynen böyle olmuştu. Luise yoktu ve biz yarım kalmıştık.

Hafif bir uykudaydım. Rüyamda Luise’i görüyordum. Zaten gittiğinden beri rüyalarımın başkahramanı oydu. Telefonumun zil sesiyle uyandım. Telefonu elime alıp gözlerimi ovuşturarak arayanın kim olduğuna baktım. Nera’ydı.

“Alo! Shiru! Luise… Luise’i gördüm!” dedi Nera, sesi heyecandan titriyordu.

En az onun kadar heyecanlanmıştım ve heyecanım bir şeyler söylememi dahi engelliyordu. Çığlık atıp yatağımda tepinmeye başladım. Ne yaptığımın ben de farkında değildim elbette. Bu haberi tam 67 gündür bekliyorduk, heyecanlanmam gayet doğaldı.

“Şu an benim kaldığım oteldeyiz, Luise uyuyor. Şimdi hemen Suho’yu ara. En kısa sürede Busan’a gelmelisiniz. Otelin adresini şirketten öğrenirsiniz. Suho bir yolunu bulur.”

Telefonu kapatır kapatmaz Suho’yu aradım ve apar topar yola çıktık. Birkaç saatlik bir yolculuktan sonra Busan’da, Nera’nın kaldığı oteldeydik.

***

Geceyarısıydı. Luise yan odadaydı ve hala uyuyordu. Suho’nun arkadaşı Hyun Shik sayesinde sağ salim gidebilmiştik. Hyun Shik biraz önce yiyecek bir şeyler almak için dışarı çıkmıştı. Bu sırada kapı açılmış ve Luise yanımıza gelmişti. Koşup ona sıkı sıkı sarıldım. Zaten zayıf olan bedeni iyice zayıflamıştı. Hastalık derecesinde bir zayıflıktı bu. Saçlarını kısacık kesmişti. Soluk yüzü artık tamamen beyazlaşmış denilebilirdi. Sarıldığımda burnuma gelen yoğun sigara ve alkol kokusu onun bu 67 günü nasıl şartlarda geçirdiğini özetliyordu. İçimden “Ah Luise… Ne yaptın kendine böyle?!”  diye geçirdim. Berbat bir haldeydi. Uyuşturucu kullanmaya da başlamış olduğuna adım gibi emindim. Yüzünün birçok yerine piercing taktırmış, vücudunu dövmelerle doldurmuştu. Sanki kendisine işkence ediyor, acı çekerek cezasını ödediğini düşünüyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı.

O gece Luise başından geçen her şeyi bir bir anlattı. Onun ne kadar güçlü biri olduğunu bir kez daha anlamıştım. Onun yaşadıklarını yaşamış olsam canıma kıymış olmam işten bile değildi. Hayır, ona acımıyordum. Kendisini acındırmak gibi bir amacı da yoktu zaten. Yalnızca yaşadıklarını anlatıyordu ve gayet sakindi. Hatta babasının ölümünü bile gayet sıradan bir olay gibi anlatıyordu. Aslında ölüm gerçekten de sıradan bir olaydı. Sonuçta hepimiz ölecektik. Ama yine de bu durum benim kanımı dondurmuştu. İşte bu yüzden Luise çok güçlü bir kızdı…

Ona Seul’e geri dönmesini söylesek de ikna olmadı. En sonunda kendine doğru dürüst bir iş bulup kötü alışkanlıklarından kurtulması şartıyla Busan’da kalmasını kabul ettik. En azından bir süreliğine…

Hyun Shik’i onu ikna etmesi için Busan’a gönderdik. Başarılı da oldu. Kısa bir süre içinde Luise tekrar Seul’daydı. Şirket Luise’in epilepsi olduğunu öğrenir öğrenmez kontratı feshetmişti etmesine ama Hyun Shik ona bambaşka bir kapı açmıştı. Artık ikisi birlikte popüler olmayan bir indie grubundaydılar. Grubun lideri Hyun Shik’ti. Luise’in derdi popüler olmaktan ziyade sevdiği şeyi –müziği- yapabilmek olduğundan bu teklifi hemen kabul etmişti. Böylece La Dolce Vita dağılmıştı. Fakat bu öncekiler gibi geçici bir dağılış değildi. Resmen dağılmıştık ve ben bunu bir türlü kabul edemiyordum. Luise ve Nera ailemden bile fazla vakit geçirdiğim insanlardı ve onlarla çalışmak beni inanılmaz derecede mutlu ediyordu. Zaman zaman solo aktivitelerimizle meşgul olsak bile üçümüz irtibatı hiç kesmez, La Dolce Vita olduğumuzu fırsatını bulduğumuz her an birbirimize hissettirirdik. Şimdi de irtibatı kesmeyecektik elbette ama bu sefer durum farklıydı. Artık La Dolce Vita yoktu ve bir daha asla olmayacaktı…

Luise bir yandan Busan’da olduğu gibi yine bir kitapçıda çalışıyordu. Her gün iş çıkışında Hyun Shik’in çalıştığı müzik marketine gidiyordu. Yeni çıkan albümlere göz atmak için gittiğini söylese de işin aslının öyle olmadığını biliyordum. Luise ne zaman Hyun Shik ile konuşsa normalde olduğu gibi davranmıyordu. Daha kibardı sanki. Sanki ondan etkilenmiş, hatta ona hayran olmuş gibiydi. Başta bunu Hyun Shik’in tıpkı Luise’in olmak istediği kişiliğe sahip olmasına bağlıyordum. Daha sonra olayı anlayacaktım.

Single satışlarından elime iyi bir para geçmişti, şirketten kazandığım para da fena değildi. Olaydan birkaç hafta önce kazandığım paranın bir kısmını harcayarak Seul’de bir apartman dairesi tutmuştum. Bir yıllık kirasını da peşin ödemiştim. Yüksek katlı bir apartmanın en üst katında bir daireydi bu. Terasa çıktığınızda bu görkemli şehir adeta ayaklarınızın altındaydı, Han Nehri bu şehre ayrı bir güzellik katıyordu. Yeni evim için yeni mobilyalar da almış, her şeyin beyaz olmasına dikkat etmiştim. Evdeki her şey beyazdı ve bu bana huzur veriyordu.

Eve taşınır taşınmaz Nera beni aradı ve “bizimkilerle” birlikte kutlama yapmak istediklerini, akşam bana geleceklerini, gelirken alışveriş de yapacaklarını söyledi. Bizimkilerden kasıt elbette Luise, Suho ve Hyun Shik’ti. Nera’nın bu isteğine karşı çıkmadım. Tıpkı dediği gibi akşam olduğunda dördü de evimdeydi.

Saat geceyarısını geçmişti. Suho ve Nera alkolün etkisiyle saçmalamaya başlamıştı. Salonun orta yerine uzanıp ortada hiçbir neden yokken gülüyor, hatta gülmekten mi yoksa üzüntüden mi olduğunu anlayamadığım bir şekilde ağlamaya başlıyor, sonra da daha gözyaşları bile kurumadan tekrar gülüyorlardı. Anlaşılan ikisi de alkole pek dayanıklı değildi.

Luise ve Hyun Shik terasta konuşuyorlardı. Suho ve Nera ile kahkahalara boğulmuşken bir an için onların evde olduğunu bile unutmuştum. Alkolün etkisiyle uykuya daldıklarında ikisini zorlukla koltuğa yatırmış ve sözde hava almak için terasa çıkmıştım. Asıl amacım elbette biraz da Hyun Shik ve Luise ile vakit geçirmekti. Çünkü geldiklerinden beri üçümüzden ayrı takılıyorlardı. Elime üç şişe bira alıp Suho ve Nera’yı uyandırmamaya çalışarak terasın kapısını açtım.

Hararetli bir konuşmanın ortasında gibiydiler. Kendilerini öylesine kaptırmışlardı ki benim geldiğimin farkına bile varmamışlardı. Ben de durumu fırsat bilerek aslında yapmamam gereken bir şeyi yaptım, bir köşeye saklanıp onları dinlemeye koyuldum.

-“Seni sevdiğimi söylüyorum, anlamıyor musun?!” diye bağırdı Luise.

-“Yalnızca sevdiğini sanıyorsun. Aslında hissettiğin şey aşk değil, hayranlık. Benim gibi olmak istiyorsun, bu yüzden bana hayransın.” dedi Hyun Shik. Ses tonu normaldi, oldukça sakin gözüküyordu. Ellerini Luise’in omzuna koydu fakat Luise sert bir hareketle ellerini ittirdi.

-“Hayır! Hayranlık ve aşkı birbiriyle karıştıracak yaşta değilim ben. Sandığından çok daha fazla, çok daha ağır şeyler yaşadım. Bu yüzden bana akıl vermeye kalkmasan iyi edersin.”

-“Peki ya aşk? Beni tanımadan önce de birine âşık olmuş muydun?”

Luise bu soru karşısında afallamıştı. Gözlerini Hyun Shik’ten kaçırarak birkaç saniye duraksadı ve sonra konuşmaya devam etti.

-“İnsan kaç kez âşık olur ki zaten? Âşık olmak yemek içmek kadar sıradan bir şeye dönüşseydi bir anlamı kalmazdı.”

-“Soruma cevap vermiyorsun. Öyleyse olmadın.”

-“Biliyorum, benim sana âşık olmam korkutuyor seni. Çünkü sen beni benim seni sevdiğim türde bir sevgiyle sevmiyorsun. Tamam, öyleyse bunları söylemediğimi varsay. Lütfen bu konuyu bir daha açmayalım.” dedi ve çantasını alıp gitmeye yeltendi.

-“Her şeyi yanlış anlıyorsun!” diye bağırdı Luise’in arkasından.

-“Unut gitsin!” dedi ve kapıyı çarpıp gitti Luise. Eliyle gözlerinden süzülen yaşları silerken sinirden mi yoksa üzüntüden mi ağladığını kendisi de bilmiyordu.

Hyun Shik, Luise’in gittiğinden emin olduğunda terasın demir korkuluğuna yaslandı ve “Saklandığın yerden çıkabilirsin Shiru.” diyerek gözlerini olduğum yere çevirdi.

Bir köşeye sinmiş olan biteni izlerken beni fark etmediklerini sanıyordum, fakat yanılmıştım. Usulca saklandığım yerden çıktım ve mahcup bir tavırla söze başladım.

-“Şey… Kusura bakma. Ben-“

-“Boş versene. Bana da dertleşecek biri lazımdı.” dedi ve elimdeki bira şişelerinden birini kapıp kapağını açtı ve bir dikişte bitirmeye çalıştı.

-“Hey! Ağır ol bakalım! Daha gece yeni başlıyor ve fazla biramız kalmadı.” diyerek onu engelledim. Zaten içeride sızmış iki kişi varken üçüncüsüne gerek yoktu.

-“Onu boş ver de… Konuştuklarımızın ne kadarını duydun?”

-“Sanırım büyük bir kısmını.”
-“Olayı kavramışsındır öyleyse.”

-“Başımla onlayladım.

-“Peki, söyle bakalım. Hiç âşık oldun mu?” dedi Hyun Shik. Dertleşeceğimiz konunun bu olduğunu elbette biliyordum. Merakla gözlerimin içine bakarak cevap bekliyordu.

-“Eskiden hoşlandığım çocuklar oldu elbette ama aşık olmak ve hoşlanmak farklı şeyler. Bu yüzden hiç aşık olmadım.”

-“Farklı derken neyi kastediyorsun?” dedi Hyun Shik. Gözlerinde yine o aynı meraklı bakış vardı. O an kendimi henüz ilkokul çağındaki bir çocukla konuşuyormuş gibi hissettim.

-“Birinden hoşlanmak demek onun dış görünüşünü beğenmek demektir. Yani ilk görüşte aşk denilen şey tam bir palavra. Birine aşık olabilmek için yalnızca onun dış görünüşünü beğenmek yetmez. İnsanlar birbirlerinin kişiliğine, düşüncelerine, hareketlerine, tavrına aşık olurlar. Aynı anda onlarca kişiden hoşlanabilirsin ama birine aşık olduğunda başka kimseyi görmez gözün. Geceleri onu düşünmekten uyuyamazsın çoğu zaman, uyuyabildiğinde ise rüyalarının başkahramanıdır o. O da seni senin onu sevdiğin gibi seviyorsa güzel şeydir aşk. Fakat sevmiyorsa acıtır insanın canını. Ne olursa olsun onu korumak istersin, mutlu olmasını dilersin ama sen onu böylesine severken o başka birine baktığında yüreğindeki acıyı hiçbir şey dindiremez. Gariptir ki insanların pek azı aşkına karşılık bulabilir. Gerisi ya Mecnun olur çölleri aşar, ya Ferhat olur dağları deler ya da Luise gibi her şeyin unutulmasını diler…”

-“Yanımda olsa bile delicesine özlüyorum onu. Her saniye onu düşünmekten çıldıracak noktaya geliyorum. Onun mutluluğunu her şeyden üstün tutsam da benimle olması için her gece dua ediyorum. O benim aciz aklımın kavrayamayacağı türde bir varlık sanki. Bir melek, bir peri… O her konuştuğunda kelimeler mutluluğun şarkısını söylüyor. Dudaklarından dökülen her harf farklı bir kılığa bürünüyor. Dudaklarını oynatışında bile farklı bir ahenk var. Uzun kirpikleri ay ışığında parıldıyor. O ela gözleri ruhumun derinliklerinde fırtınalar koparıyor. Ona her baktığımda kalbim bana türlü işkenceler ediyor. Söylesene bana, ona aşık mıyım?”

-“Bu aşk denen tatlı illet seni de esir almış belli ki. Peki, kim o?”

Hyun Shik, ellerimi tuttu. Üşümüştüm. Onun elleri sıcaktı. Gözlerimin içine baktı ve ardından o uzun kollarını sıska bedenime doladı. Sorumun cevabını almıştım. Duyulur duyulmaz bir sesle “Özür dilerim Luise… Seni değil de beni seçtiği için özür dilerim…” dedim ve süzülen birkaç damla gözyaşının yanağımı ıslattığını fark ettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder