18 Ekim 2013 Cuma

Saturday Night Love -5. Bölüm-

               Bir süredir solo aktivitelerim için Japonya’daydım. Nera ve Luise ile yalnızca telefonla görüşebiliyorduk. Onları özlemiştim ama Japonya’dan ayrılmam o an için imkânsızdı. Luise, “Are You Ready?” adında bir albümle solo olarak geri dönmüştü. Bense gelecek hafta çıkacak olan “Kimi no Tame ni” adlı teklim için dans provalarıma devam ediyordum. Teklinin çıkış parçasını Yamashita Tomohisa ile beraber seslendirmiştik. Klipte de elbette bana eşlik ediyordu. Sesi çok güçlü sayılmazdı ama aldığı ses eğitimi nedeniyle kulak tırmalamıyordu. Dışarıdan bakıldığında soğuk biri gibi gözükse de tanıdıkça aslında son derece yumuşak kalpli biri olduğunu anlamıştım. Sanırım aramızda 10 yaş olmasa ondan hoşlanmam işten bile değildi.

               Japonya’da kalmam gereken süre boyunca ailemle kalacaktım. Aradan o kadar uzun zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ evden kaçmama dargın olduklarını sezebiliyordum. Shinku ise geçici de olsa eve döndüğüm için sevinçten havalara uçacaktı.

               Güneşli ama serin bir öğleden sonra, Shinku ile beraber okyanus kıyısına giderek biraz vakit geçirmek istemiştik. Uzun zamandır onunla vakit geçirmiyor, daha doğrusu geçiremiyordum. Bu yüzden boş günlerimde ya beraber sinemaya giderdik, ya alışveriş yapardık, ya da okyanus kıyısında yürürdük. Bu gün de üçüncüsünü seçmiştik.

               Okyanusu izlemek beni nedense rahatlatıyordu. Dalgaların sesi beni karamsarlığa sürüklese de uçsuz bucaksız denizin mavi gökyüzüyle buluştuğu o çizgi, bana umut etmeyi öğretiyordu. Shinku ile hiç konuşmadan yalnızca denizi izliyorduk. İkimiz de derin düşüncelerde kaybolmuştuk. Ben Luise’i düşünüyordum. Acaba şu an iyi miydi? Neredeydi? Ne yapıyordu?

               Derken telefonumun zil sesiyle irkildim. Kötü bir haber miydi acaba? Yok canım. Nera ya da Luise hâl hatır sormak için aramış olmalıydı. Başka ne olabilirdi ki? Yine de içimdeki kötü bir haber alacağıma dair his yok olmuyordu. Korkarak telefonu cebimden çıkardım ve ekrana baktım. “Nera Arıyor…”

               Acaba Luise’e bir şey mi olmuştu? Belki de iyi bir haber verecektir canım, belli mi olur? Hayır, hayır… İyi bir haber olmadığını hissedebiliyordum. Telefonu açmayacaktım fakat Shinku bir anda telefonu elimden aldı ve açtı. Yarım yamalak Korece telaffuzuyla “Yoboseyo?” der demez hışımla telefonu elinden alarak hiç bozuntuya vermeden devam ettim. İkiz olduğumuz için sesimiz bile aynı olduğundan elbette ki Nera durumu fark edememişti.

               “Ne oldu Nera? Kötü bir şey mi var? Herkes iyi mi? Sen nasılsın?” diyerek kızı soru yağmuruna tutmuştum. “Bir dakika, bir dakika… Sana kim haber verdi?” cevabını aldıktan sonra emin olmuştum, ters giden bir şeyler vardı. Anlattıklarına göre Luise aniden bayılmıştı. Ambulansla en yakın hastaneye gidiyorlardı. Gelmeme gerek olmadığını söylese bile hemen Kore’ye gidecektim. Zaten gitmek için bir bahane aradığım da açıktı. Üstelik durumu bana anlatılandan daha ciddi olabilirdi.

               Shinku ile hemen eve döndük. Küçük pembe bavuluma birkaç gündelik kıyafet tıkıştırıp alelacele kapattım. Şirketi arayıp birkaç gün buralarda olamayacağımı söyledim. Tam kapıdan çıkacakken Shinku, “Ben de seninle gelmek istiyorum.” dedi. Nera ve Luise sürekli ikiz kardeşimi görmek istediklerinden bahsediyorlar, fotoğrafını gösterdiğimde ise benim kopyam olduğunu söylüyorlardı. Hem Shinku da arkadaşlarımı merak ediyordu. Bu isteğine karşı çıkmak istemedim. O da hızlıca bavulunu hazırladı ve havaalanına gittik. En erken uçakla Kore’ye gittiğimizde hava çoktan kararmıştı. Luise’in o gece hastanede kalacağını öğrendiğimiz gibi hastanenin yolunu tuttuk. Shinku sürekli bahsettiğim arkadaşlarımla tanışacak olmanın sevincini yaşarken ben “Umarım ciddi bir şey değildir! Umarım ciddi bir şey değildir!” diyerek dua ediyordum.

               3. katta, koridorun en sonundaki 315 numaralı oda… İçeriden boğuk kahkaha sesleri geliyordu. Seslerin Nera ve Luise’e ait olduğunu tahmin etmek zor değildi. Biraz daha rahatlamış olarak kapıyı tıklattım ve içeriye girdik.

               Odaya girmemizle ikisinin de gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Luise, “Acaba bende epilepsinin yanında şaşılık ve şizofreni de mi var?” diyerek beyaz çarşaflı yatağında doğrulmuştu. Üzerinde mavi bir pijama vardı. Uzun saçları beyaz yorganın üzerine dökülüyordu. Beyaz floresan lambanın ışığı zaten solgun yüzünü bembeyaz yapmıştı. Nera, onun gayet ciddi bir şekilde söylediği bu cümlenin üzerine kahkahaya boğularak oturduğu tek kişilik kahverengi koltuktan kalktı ve Shinku’ya sıkı sıkı sarıldı. Hemen ardından yanımda ikizimi de getirdiğimi fark etmiş olacak ki “Şu an Shirushi’ye sarılıyorum, değil mi?” diyerek beni ve Luise’i de kahkahaya boğmuştu. “Hayır dostum, Shirushi benim.” diyerek onu utandırmıştım. Aramızdaki benzerliğe hayret ederek bu sefer gerçekten bana sarıldı. Shinku ve Nera’yı tanıştırmıştım. Shinku, Korece’yi benim kadar iyi bilmediği için sohbetlerine Japonca devam ettiler.

               Nera’nın kollarından ayrıldıktan sonra sıra yatağının üzerinde bağdaş kurup, gülümseyen bir yüzle bizi izleyen Luise’e gelmişti. Yanına gidip kaburgalarını kıracak bir kuvvetle ona sarıldım. Uzun sayılabilecek bir ayrılıktan sonra onunla bir hastane odasında buluşmayı aklımdan bile geçiremezdim. Gece boyunca hiç uyumadık. Birbirimize anlatacağımız çok şey vardı. Luise’in hastalığının fark edilmesi sonucunda üzgün olacağını bekliyordum fakat bizimle birlikte okey oynayabilecek kadar mutluydu. Okey denilen bu oyun aslen Çinlilere ait olsa da oyunun farklı bir versiyonu Türkiye’de çok popülermiş. Peki biz bu oyunu nereden mi biliyoruz? Tabii ki Nera öğretti. Nera’nın hastaneye okey takımı sokabilmeyi nasıl başardığını ise inanın ben bile bilmiyorum…

               Luise hastaneden taburcu edildikten sonraki birkaç günü eğlenerek geçirdik. Asla işten ya da Luise’in hastalığından bahsetmiyorduk. Bu arada Shinku ve bizimkiler oldukça kaynaşmışa benziyordu. Luise’in Japonca’sı çok da iyi sayılmazdı. Bu yüzden Nera ve ben tercümanlık görevini üstlenmiştik.

               Sinemaya gittik, gezdik, eğlendik… Hayatımda ilk kez içki içtim, ilk kez kamikazeye bindim, ilk kez gerçekten “dostum” diyebileceğim iki insana sahip olduğumu fark ettim ve ilk kez bu kadar mutluydum. Fakat yine içimde kötü bir his vardı. Bir şey olacak ve tüm bu mutluluğumu yerle bir edecekti. Hayat buydu işte. Acımasız, korkunç…


               Han Nehri’nin kıyısındaydık. Luise ile beraber Nera ve Shinku ellerindeki havai fişekleri fırlattıkça gökyüzünde beliren muazzam manzarayı seyrediyorduk. İkimiz de manzaranın güzelliğine kendimizi kaptırmıştık. Aramızdaki sessizliği Luise bozdu. Hem de beni çok şaşırtan şu sözlerle. "Seni seviyorum. Beni unutma. Lütfen! Her zaman aklının bir köşesinde yer edinmek istiyorum. Eski bir arkadaş, eski bir dost olarak... Lütfen... Seni seviyorum."

               Gözlerimin içine bakarak söylediği bu sözlerden sonra ağlamaya başladı. Onu daha önce ne ağlarken, ne de birine olan sevgisini açıkça dile getirirken görmüştüm. O böyle biri değildi. Duygusal değildi, güçlüydü. Şiddetli depremlere rağmen biraz dahi olsun eğilmeyen bir dağ gibiydi. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Hem şaşkındım, hem de mutluydum. Sevdiğiniz biri tarafından sevildiğinizi duymak, gerçekten insanı mutlu ediyordu. Aslına bakarsanız neden veda edermiş gibi konuştuğunu anlayamamıştım ama söyledikleri beni duygulandırmıştı. Ona sarıldım ve ben de ağlamaya başladım. Dudaklarımdan şu sözler döküldü, "Ben de seni seviyorum. Belki de tahmin ettiğinden çok daha fazla seviyorum... Beni bırakma. Bizi bırakma. Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum ama bizi bırakma!"

               Söylediklerini ancak ertesi sabah anlayabildim, fakat artık çok geçti.

***

               Geceyi Yunjung'un Kore'de olmamasından istifade ederek Luise ile geçirecektik. Luise kendi odasındaydı, ben Yunjung'un odasındaydım, Nera ve Shinku ise salondaydılar. Bir süre uyuyamadım. Beynimde sürekli Luise'in sözleri yankılanıyordu. Sabaha karşı ancak uyuyabilmiştim.

               Uyandığımda yastığın kenarına sıkıştırılmış bir zarf olduğunu fark ettim. Üzerinde "Luise'ten Shiru'ya" yazıyordu. İşte o zaman aklıma olabilecek en kötü ihtimal geldi. Gözlerimin önü karardı, başım dönüyordu. Yatağa tutunarak güçlükle ayağa kalktım ve koşarak Luise'in odasına gittim. Kapıyı açtığımda ise o şok edici manzarayla karşı karşıyaydım. Yok! Luise yoktu! Gitmişti! Kendimi aklıma hemen en kötü ihtimali getirmemem konusunda tembihleyerek Luise'in yatağına oturdum ve gözümü sabit bir noktaya diktim. Aradan kaç dakika geçti bilmiyorum, sonunda zarfı açmaya karar verdim. İçinden dörde katlanmış bir kağıt çıktı. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına çarpıyordu. Mektubu okumaya başladım.

"Shirushi,
Öncelikle giderken sana hiçbir şey anlatmadığım için çok üzgünüm ama yüzüne bakıp “Ben gidiyorum.” Diyemezdim. “Ben gidiyorum çünkü kendimden başkasını düşünemeyecek kadar bencilim.”

Sürekli aradığım bir şeyler olduğunu sana söylemiştim, hatırlarsın. Ve o şey ne yazık ki müzik de değilmiş… Sahneye çıkıp, gitarımı elime aldığımda inanılmaz bir haz yaşıyorum ama sonra… Şarkı sona erdiğinde bütün o güzel duygular yok olup gidiyor. Müziğimle pek çok insanın kalbini kazandım, bu çok mutlu etti ama Seneca haklıydı… “Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur.”

Yaşadığım mutlulukta senin de payın büyüktü Shirushi, bana gerçek anlamda bir “dost” oldun. Nera da öyle… Şimdi öylece gittiğim için, yine kaçtığım için çok utanıyorum. Ama yine de size teşekkür etmeliyim değil mi? La Dolce Vita, hayatımın en güzel şeylerinden biriydi.

Epilepsi olduğumu öğrenmek sanki kaburgalarımın arasında bir kalp olduğunu öğrenmek gibiydi. Her zaman yanımda ve benim parçam olan bir şeydi. Onunla sorun yaşamayacağım, endişelenme.

Ve aradığım şeyin ne olduğunu buldum. Babamın yanına geri döneceğim. Şimdi ne halde ne yapıyor bilmiyorum. Belki birlikte İsviçre’ye döneriz kim bilir… Bundan sonra ne yaparım nasıl yaşarım onu da bilmiyorum ama babama ihtiyacım var. Bunu iliklerimde hissediyorum. Artık yetişkin biriyim, onunla konuşurken çekineceğim bir şey olmayacak. Her şeyi öğreneceğim, kim olduğumu, kim olduğunu… Kendime bir yol çizeceğim ve o yolda Tanrı’nın yardımıyla ilerleyeceğim. Benim için dua et Shirushi, ben senin için edeceğim.

Buraya neden geldim biliyor musun? TVXQ’yu ilk kez televizyonda gördüğümde ve şarkının sözlerini dinlediğimde… Kendimi buldum. Ve birden hissettim. Yapmam gereken buydu. Onlar gibi… Her şeye rağmen sahneye çıkmaktı. Bu arzunun peşinden buraya sürüklendim. Ve amacıma ulaştım da kendi şarkımı yazdım, sahneye çıktım ve her şeye rağmen ayakta durdum.

Ama şimdi vakit geldi… Başımı eğik tutuyorum.


Ve gidiyorum."


               En kötü ihtimal gerçek olmuştu. Luise gitmişti. Onu artık göremeyecek olma ihtimalinin getirdiği korkuyla ağlamaya başladım. Luise'in yatağına kendimi atıp yastığını yumruklayarak "Neden bir şey söylemedin?! Neden?! Geri dön. Lütfen geri dön! Lütfen şimdi şu kapıdan içeri gir ve bunun bir şaka olduğunu söyleyerek halime katıla katıla gül. Lütfen, lütfen... Şu an bunu her şeyden çok istiyorum. Lütfen bizi bırakma! Lütfen beni bırakma..." diye bağırarak ağladığımı hatırlıyorum. Nera ve Shinku şaşkınlıkla odaya geldi ve... Ve? Sonra ne oldu? Bilmiyorum...

               Gözlerimi açtığımda Shinku yanımdaydı. Doktor çağırıp sakinleştirici iğne yaptırdıklarını söyledi. Tam 4 saattir uyuyormuşum. Yataktan hızlıca kalktım ve pijamamı çıkartıp giyinmeye başladım. Nera şaşkınlıkla "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Alaycı ve kızgın bir bakışla "Gidip onu bulacağım. En azından adam akıllı vedalaşmak istiyorum." dedim. Telefonumu aldım ve Luise'i aradım. Fakat Nera elindeki titreyen telefonu göstererek "Telefonunu burada bırakmış." dedi.

               Günlerce onu bulmak için uğraşsam da nafile. Sanırım bir daha görüşemeyeceğimiz gerçeğine kendimi inandırmaya çalışsam iyi edecektim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder