Karşısında Eylül duruyordu. Gözlerini ovuşturarak kolundaki
saate baktı. Saat beşti!
-“İyi misin sen? Saat beş! Bu saatte dışarı çıkılır mı? Hem
bu soğukta bu ne hal? Soğuktan dudakların morarmış. Al, giy şunu.” diyerek
üzerindeki gri yün hırkayı çıkarıp arkadaşına verdi Asude. Boş bakışlarla ona
bakıp hırkayı giymekle meşgul olan arkadaşından bir müddet cevap bekledikten
sonra pes edip üzerine başka bir hırka geçirdi ve aşağı yukarı bir metre
yükseklikteki pencereden atlayıp arkadaşıyla yürümeye başladı.
“Görkemli Boğaz Köprüsü’nün ardından yavaş yavaş kendini
göstermekte olan parlak topun ışığı insanın gözlerini kamaştırıyordu.” İki
arkadaş yürürken bir yandan da yine okudukları kitaplar hakkında konuşuyorlar,
kimi zaman da kendilerini pek derin olmayan tartışmalarda buluyorlardı. Hayata
bakış açıları çok farklıydı. Eylül karamsar, bardağın dolu tarafından ziyade
boş tarafıyla ilgilenen biri olduğu için Asude’nin gereksiz iyimserliği onu
çileden çıkarırdı. Onun nasıl en ufak şeylerle bile mutlu olabildiğini anlayamıyordu.
Aslında onun bu yönüne imrenmiyor da değildi. Hatta o bütünüyle Asude’ye
imreniyordu. Ona kitapları sevdiren kişi oydu ama nasıl olduysa artık kendisinden
bile fazla okuyordu. Kalemi de kuvvetliydi. İnsanlarla iyi anlaşırdı,
kendisinin aksine oldukça geniş bir çevreye de sahipti. Eylül çekingendi, pek
arkadaşı yoktu. Eylül, Asude gibi olmak istiyordu. Onu kendisine örnek
alıyordu.
Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler… Artık yürüyecek yol
kalmamıştı. Bir tepedeydiler. Güneş tamamen kendini göstermişti. Aşağıda hırçın
dalgalar kayaları dövüyor, yukarıda ise tek bir bulut bile olmayan masmavi
gökyüzünde martılar sürü halinde oradan oraya uçuşup yiyecek bir şeyler
arıyordu. Uzaktan, açılan dükkan kepenklerinin belli belirsiz sesi geliyordu.
Mahallenin yaşlı amcaları sabahın erken saatlerinde kıraathaneye doluşmuş
olacak ki birbirlerine çarpan okey taşlarının sesi bu tepeden bile
işitilebiliyordu. Çocuklar fırından yeni çıkmış ekmeklerin ucunu ısırıp sıcak
ekmekler gövdelerini yakmasına rağmen onlara sıkı sıkıya sarılmışlardı. Ekmek
taşıyan çocukların ağabey ablalarından şanslı olanlar okula gidiyor, diğerleri
ise ya çırak olarak çalışıyor ya da evde oturup çeyiz hazırlıyordu. 1983
senesinin Kasım ayının 7’si İstanbul’da işte böyle başlamıştı…
İki arkadaş bağdaş kurup bu büyülü şehri
izlerlerken sessizliği bozan Eylül oldu,
-“Beni seviyor musun?”
-“Nasıl soru bu?” dedi Asude, bu beklenmedik soru karşısında
afallamıştı. Böyle konulardan pek bahsetmezlerdi. Birbirlerini sevdiklerinden
emindiler ama bunu dile getirme gereği duymazlardı. Hem birine onu sevdiğini
sözlerinle değil, hareketlerinle anlatmalıydın. Yoksa ne anlamı kalırdı ki
sevmenin, sevilmenin?
-“Soru işte. Sen cevap ver bakalım. Seviyor musun, sevmiyor
musun?”
-“Kalp mi insana sev diyen yoksa yalnızlık mı körükleyen?
Sahi nedir sevmek; bir muma ateş olmak mı yoksa yanan ateşe dokunmak mı?
(Şems-i Tebrizi)"
-“Evet, yalnızlığımdan bezmiştim. Ondan açtım sana
kollarımı. Kusursuz dost arayan dostsuz kalırmış, bunu öğretti bana
yaşadıklarım. Yıllarca aradığım dostu bekledim, bekledim, bekledim… Yalnızca
beklemekle yetindim. O hiç gelmedi… Hiçbir zaman karşılaşamadım onunla. Benimle
dost olacak kişi belliydi. Çok okuyacaktı, yazmayı sevecekti, düşünecekti, sorgulayacaktı,
beni sevecekti, benim gibi düşünüp olayları benim baktığım açıyla bakacaktı... Onu
bulamadığıma göre demek ki dünyada yoktu öyle biri, kaderime razı olmalıydım. Artık
bıkmıştım yalnızlıktan… ‘Ben bana yeterim, dosta ne hacet!’ demeye başladım kendime.
Fakat bir gün karşıma sen çıktın. Başta önemsemedim seni, senin
de aradığım kişi olmadığını düşündüm. Yanılmamıştım aslında. Aradığım kişi sen de
değildin ama seni aradığım kişi yapan bendim. Seni kitaplarla tanıştırdım, sana
yazmayı sevdirdim, düşünmeyi öğrettim, sorgulamayı öğrettim… Artık o aradığım “kusursuz”
dosta dönüşmüştün. Ben dostluğumuz için çok emek harcadım. Sevgi neydi? Sevgi
iyilikti, dostluktu, sevgi emekti… (Selvi Boylum Al Yazmalım 1977) Seni
seviyorum, benim mükemmel dostum…”
-“Mükemmeli bekleme, gelmez. Mükemmeli bekleyen sen bile
mükemmel değilsin ki! Benim mükemmel olduğumu da sanma! Değilim. Çünkü hepimiz
insanız. İnsanı insan yapan kusurları değil midir zaten? Kusursuz olsaydık
Tanrı’dan ne farkımız kalırdı? İnsan insanı kusurlarıyla sevmeli. Seni
seviyorum. Kusurlarınla, günahlarınla, iyi kötü her yönünle seviyorum. Çünkü
ben ‘seni’ seviyorum. Her şeyinle ‘seni’…”
-“Bu sevgi ne zamana kadar sürer dersin peki? 30 yıl sonra da
aynı duyguları hisseder miyiz acaba?”
-“Saçmalıyorsun Eylül. 30, 40, 50… Kaç yıl geçerse geçsin
dost kalacağız. Bizi kimse ayıramayacak. Ölünceye kadar beraber olacağız.”
-“Ölüm! Kendi ağzınla söyledin işte, ölünceye kadar… Ölüm
ayıracak bizi! Korkuyorum. Ölmekten korkmuyorum, senden ayrılmaktan korkuyorum.
Diyelim ki 90 yaşına kadar yaşadım, peki ya sen? Yokluğuna alışamam ki… Beraber
ölebilseydik keşke. O zaman ne sen benim yokluğumu hissederdin, ne de ben
senin. Kim bilir, belki de cennette buluşurduk yine…”
-“Şu dünyada yaşamış milyarlarca insandan hangisi ölmemiş ki
biz ölmeyelim? Hepimiz öleceğiz. Mesele uzun yaşamakta değil, dolu dolu
yaşamakta. Bir dünyanın ömrüne bak, bir de bizimkine! Bu kısacık ömrü ayrılıktan
korkarak geçirmek sana da anlamsız gelmiyor mu? Hiç ölmeyecekmiş, sevdiklerimizden hiç ayrılmayacakmış gibi yaşamalıyız! Çünkü hayattan ancak böylelikle zevk alabiliriz.”
***
Aklına gelen bu gençlik anılarına gülümsedi. O gün Eylül’e
söylediği gibi mi yaşamıştı acaba? Pek sanmıyordu… Zaten böyle şeyler hep lafta
kalırdı, uygulamaya geçirilmezdi. Bir yandan gençlik anılarını tazelerken bir
yandan da o zamanlar oturdukları sokağa bakıp “İstanbul ne kadar da değişmiş…”
diye düşünüyordu. İki katlı evlerinin olduğu yerde yeni yapılmış ihtişamlı bir
apartman vardı şimdi. Yıllarca kaldırımlarını aşındırdığı bu sokağı tanıyamıyordu
artık.
Yürüdü, yürüdü, yürüdü… O gün Eylül’le yürüdükleri o
sokaklardan geçti. O tepeye vardı en sonunda. Sokakların aksine o tepe olduğu
gibi duruyordu. Etrafına bakındı. Kimse yoktu. Yere oturdu ve başını gökyüzüne
çevirip uçuşan martıları izledi. Her şey o günkü gibiydi. Tek eksik Eylül ve o
eski İstanbul’du…
Yarım saat kadar bekledi. Ne gelen vardı, ne de giden… En
sonunda beklemekten vazgeçti ve ayağa kalktı. Siyah pantolonunu ve mantosunu eliyle
temizleyerek cebinden dörde katlanmış beyaz bir kâğıt çıkarttı. Boğazını
temizledi ve kâğıdı açıp gür bir sesle okumaya başladı.
“ Sevgili
Eylül,
Bu gün 6 Kasım 2013. O günün üzerinden tam 29 yıl ve 364 gün
geçti… 47 yaşında, iki çocuk annesi bir avukatım şimdi. Mutlu bir evliliğim
var. Sana her zaman hiç evlenmeyeceğimi ve çocuk yapmayacağımı söylerdim,
hatırlıyor musun? Sen de her defasında gülerek “Yıllar sonra çocuklarını
kucağına aldığında bu sözlerini hatırlatacağım.” derdin. Çocuklarımı kucağıma
aldığımda yanımda sen yoktun ama bu söz hep aklımdaydı. Bana hiçbir zaman büyük
konuşmamam gerektiğini öğreten olaylardan biriydi bu.
Yıllar beni öylesine yıprattı ki… Aynalardan nefret eder
oldum artık. Çökmüş gözaltları, kırışık bir alın, beyazlamaya başlamış saçlar…
Aynadaki yansımamın ben olduğuna inanamıyorum çoğu zaman. Ben hâlâ 17
yaşındayım. Zaman çok şeyi değiştirse de kişiliğimi değiştirmedi.
O gün tepede konuştuklarımızı düşünüyorum bazen…
Dostluğumuzun ölünceye kadar devam edeceğini söylemiştim. Yanılmışım… 19
yaşındayken o gün o kavgayı çıkaran bendim. “Demek ki aradığın kişi ben de
değilmişim, yanılmışsın… Öyleyse bitsin bu dostluk sandığımız ilişki. Hem sen
mutlu olursun, hem de ben!” diyen de bendim. Üstelik kavganın tek nedeni bana
söylediğin ufak bir yalandı. Sadece bir yalan! Bir yalan için yılların dostluğunu
bir çırpıda nasıl silebildiğime kendim de inanamıyorum şimdi. O olaydan 5 yıl sonra
sana bir gece ansızın aklıma geldin. Sana ulaşmak istedim. Ertesi sabah
erkenden evinize gittim. Kapıyı 30’lu yaşlarda bir bayan açtı. Sizin
taşındığınızı, onların bu evin yeni sahibi olduğunu ve nereye taşındığınızı
bilmediğini söyledi. Sonraki birkaç yılı seni aramakla geçirdim ama nafile. Yer
yarılmıştı da yerin dibine girmiştin sanki. Seni bulabilseydim o mahvettiğim
dostluğumuza kaldığımız yerden devam etmeyi istemeyecektim elbette. İstediğim
tek şey adam akıllı özür dileyebilmekti, o kadar.
O gün tepeden ayrılırken bana söylediğin şeyi hatırlıyor
musun? “30 yıl sonra bu gün, bu saatte bu tepeye gel. Eğer hayattaysam orada
olacağıma emin olabilirsin. Belki de dostluğumuz o zamana kadar devam eder, ne
dersin? Kim bilir, belki de hayatın bize sunduğu yol ayrımları ayırır bizi…” Yarın
erkenden o tepeye gideceğim. Sen de bana olan kızgınlığını bir kenara atıp
gelecek misin, çok merak ediyorum. Eğer gelirsen sana sormak istediğim,
anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki! Aradan geçen yıllarda yaşadığım her
şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmak istiyorum sana. Senin de bana
anlatacağın şeyler vardır muhakkak. Sabaha kadar her şeyi dinlemek istiyorum. Lütfen
gel, lütfen…
En büyük korkum da ne biliyor musun? Ya öldüysen! Ya senden
özür dileyemeden öldüysen! O zaman ne yaparım ben? Bu vicdan azabıyla yaşamaya
nasıl devam edebilirim? Lütfen ölmemiş ol, lütfen gel…
Seni seviyorum.”
Mektubun sonlarına doğru gözyaşlarını tutamadı Asude. Yanaklarından
süzülen gözyaşları elindeki kâğıdı ıslatmıştı. Kâğıdı tekrar katlayarak cebine
koydu. Elinin tersiyle gözyaşlarını silip burnunu çekerek “Demek ki buraya
kadarmış…” dedi. Gözlerini Boğaz’a çevirdi ve kızarmış gözleriyle şehri
izlemeye koyuldu.
-“Geri zekâlı!”
Asude başını sesin geldiği yöne çevirdi.
-“Geri zekâlısın sen!”
Asude karşısındakinin kim olduğunu çıkartamıyordu.
-“Nasıl gelmeyeceğimi düşünürsün! Aptal!”
Asude başından aşağı kaynar suların döküldüğünü sandı.
Karşısındaki Eylül’dü işte! Beyazla karışık sarı saçlar, mavi gözler, kırmızı
dudaklar! Zaman onu da değiştirmişti elbette. Hâlâ eskisi kadar güzeldi ama
yaşlanmıştı… Kırışık bir yüz, çökmüş gözaltları… Karşısında neredeyse 30 yıldır
görmediği dostu, can yoldaşı, arkadaşı, ablası, annesi, kısacası her şeyi
duruyordu. İsmini haykırarak ona koşup Eylül’ü kucakladı Asude.
-“Sen bir şey söylemeden gidersin, değil mi? Hem de öyle bir
gidersin ki; bırak yaşamayı insanın nefes alması bile yarım kalır. (İncir
Reçeli 2011)” dedi Eylül.
-“Seni çok aradım. Ama sen-“ Eylül onun sözünü bitirmesine
fırsat vermemişti.
-“Biliyorum. Dinledim mektubunu. Bir gün seni gördüm aslında
ben. Birkaç yıl önceydi, geceyarısında, bir barda… Başta sen olduğunu
anlayamadım. Tanıdık geliyordun ama birine benzettiğimi düşünüyordum. Sonra bir
adam –sanırım eşindi- ‘Asude!’ diye seslendi. Sen de dönüp baktın ve
gülümsedin. O zaman emin oldum, o sendin.”
-“Neden yanıma gelmedin?! Neden konuşmadın benimle?!
İnanamıyorum. Sana bu kadar yakınken nasıl göremedim seni?!”
-“Korktum. Beni terslemenden korktum. Ağlayarak çıktım hemen
o mekândan. Bir daha da adımımı atmadım. Senden nefret etmiyordum, sana kızgın
da değildim. Hissettiğim tek şey korkuydu. Bana olan güvenin sarsılmış olmalıydı.
Beni affetmeyebilirdin. İkinci bir şans tanımayabilirdin bana.”
-“Sen de aptalsın! En az benim kadar aptalsın! Neyse,
geçmişte kaldı artık her şey. Yeni bir sayfa açacağız seninle. Akşam bize gelsene.
Seni eşimle tanıştırmalıyım. Hoşsohbet bir insandır, tanıştığın zaman çok
seveceksin onu. Bizim oğlanlarla tanışırsın sonra. Küçüğü 17 yaşında, büyüğü
23. Koca adam oldular, zamanın nasıl bu kadar çabuk geçtiğini anlamıyorum…
Biraz da sen anlat bakalım. Evlendin mi? Çocukların var mı? Mesleğin ne? Aman
Allah’ım! Sanki bir dost değil de bir yabancı duruyor karşımda. Senin hakkında
hiçbir şey bilmiyorum ki ben… Olsun, her şeyi anlatacağız birbirimize. Daha
önümüzde uzun yıllar var. Geçmişin acısını çıkarmamıza yetecek kadar uzun
yıllar...”
-“Asude… Seni seviyorum benim mükemmel dostum...”
Asude gülümseyerek Eylül’ün elini tuttu ve yürümeye
başladılar. Dostluklarını zamanın tozlu raflarından indirmişlerdi artık. Gençlik
yıllarının geçtiği bu sokaklarda ağır ağır gözden kayboldular…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder