Küçük pembe bavulumla kafede otururken bana doğru yaklaşan bir kızı fark ettim. Daha önce karşılaştığım birine benziyordu. Yüzüne baktığınızda Asyalı olduğunu söylemeniz güçtü. Fakat gözleri de biraz çekik olduğundan büyük ihtimalle bir melezdi. Sanki daha önce bir yerde karşılaşmış gibiydik ama nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Belki de bu sadece benim kuruntumdu…
Yanıma
geldi ve karşımdaki bir ayağı kısa olduğu için sallanan, gri renkteki sandalyeye
oturarak ellerini masaya koydu. Belli belirsiz bir gülümsemeyle “Merhaba.”
dedi. O an beni tanıdığına emin olmuştum fakat nereden tanıştığımızı
hatırlayamıyordum. “Sen kimsin?” demek de pek kibar olmayacaktı. Pek bozuntuya
vermeyerek “Merhaba.” diye karşılık verdim. Ben bozuntuya vermemiş olduğumu
zannetsem de karşımdaki beden dilini anlama konusunda biraz fazla iyi olacak ki
durumu hemen anlayarak açıklama yapma ihtiyacı hissetti. “Daha önce
Japonya’daki seçmelerde karşılaşmıştık.
Evet, bu kız benimle beraber seçmeleri geçen kızdı. Hatırladığımı söyleyerek yüzünü biraz daha dikkatlice incelemeye başladım. Oldukça beyaz tenliydi. Boyunun Asyalı kızlara oranla oldukça uzun olması da melez olduğuna dair bir başka kanıttı. Bembeyaz bir teni vardı. Salık bıraktığı düz ve kahverenginin açık bir tonundaki saçları belinin biraz yukarısına değiyordu. Oldukça zayıf bir yapısı vardı. Sarıya kaçan garip ama güzel bir renkteki gözlerinin ise derin anlamlar gizlediği apaçık ortadaydı. Bakışları insanı adeta büyülüyordu. Sanki geçmişte birçok üzücü olay yaşamış gibiydi, bakışları hüzünlüydü.
Ben
büyük bir dikkatle onu incelemeye koyulmuşken “Bayağı oldu… Uzun zamandır
yoktun. Bir sorun mu çıktı?” diyerek belki de hakkında en son konuşmak
istediğim konuyu açmıştı. Evden kaçtıktan sonra ikizim, Shinku, olayı aileme
anlatsa da çoktan beni bir an önce geri getirmek için uğraşmaya başlamışlardı.
Bana ulaşmalarını engelleyebileceğimi düşünsem de çok geçmeden yanıldığımı
anlamıştım. Bir şekilde bulmuşlardı işte… Ben de işleri yoluna koyabilmek için
bir süreliğine Japonya’ya geri dönmek zorunda kalmıştım. Nihayetinde zorla da
olsa ailemi ikna ettim ve hayallerime ulaşmak için tekrar Kore’ye döndüm.
Elbette
ki bunları karşımdakine anlatmam imkânsızdı. Bu yüzden geçiştirmek adına ortaya
“Korece’mi daha fazla geliştirene kadar akademide kaldım.” gibi beyaz bir yalan
savuruverdim. Bu beyaz yalana inanıp inanmadığını tam anlamıyla
kestirememiştim. Belki de inanmış gibi görünmeye çalışarak “Bundan sonra
buradasın yani?” dedi. Bu dediğini onayladıktan sonra bir an içimden her şeyi
anlatmak geçmişti. Dertleşebileceğim birine ihtiyacım vardı ama hayır. Bunların
henüz tanıştığım birine anlatamayacağım meseleler olduğuna kanaat getirip
susmayı tercih ettim.
Hemen
ardından aslında en başında olması gereken kısma, tanışma faslına gelmiştik.
Elini uzatarak “Bu arada ben Luise, Annaluise.” demesiyle melez olduğu
konusundaki düşüncem kesinleşmişti. “Yamada Shirushi.” Dedim ve ekledim, “Ama
lütfen şöyle telaffuz et: Yamaada Shiiirushi.” Bunun sanılanın aksine öyle
gizli anlamları da yoktu. Bir arkadaşımla olan şakalaşmalarımız sonucunda
ortaya çıkan bu telaffuz biçimi garip bir şekilde hoşuma gitmişti. Ayrıca
Luise’de garip bir şekilde bana o arkadaşımı andıran bir şeyler vardı. Belki de
bu yüzden onu kendime yakın hissetmiştim…
Luise
gittikten sonra ben de kafede fazla oturmadım. Amacım alışveriş yapmak olmasa
da civardaki mağazaları gezmeye koyuldum. Fakat çok geçmeden bu işten de
sıkılmıştım. Giyim mağazalarının yanındaki müzik aletleri satan dükkân
dikkatimi çekmişti. İçeriye girip biraz gezinmek fena olmazdı…
Kapıdan
içeriye adımımı attığım anda adeta büyülenmiştim. Sol yanımda pembesinden
yeşiline kadar rengârenk elektrogitarlar, onun altında farklı büyüklükte bir
sürü keman; sağ yanımda ise biri siyah biri beyaz olmak üzere iki adet kuyruklu
piyano ve duvara asılmış klasik gitarlar… Başımı biraz yukarı kaldırdığımda ise
bir kısmının adını dahi bilmediğim binbir çeşit enstrüman… Kendimi cennette
gibi hissediyordum. Oradaki bütün enstrümanları çalabilmeyi öylesine çok
isterdim ki…
Bir
anda kendimi beyaz olan kuyruklu piyanonun başında bulmuştum. Tuşlara her
dokunduğumda içimi anlatılamaz bir mutluluk kaplıyordu. Bilindik bir ezgi
çalmaya ve mırıldanmaya başlamıştım. “Mırıldanma” işini abarttığımı ancak
ezginin sonuna geldiğimde duyduğum alkış seslerinden sonra fark edebilmiştim.
Dükkan sahibi ve yanında duran anne-baba ve küçük bir oğlan çocuğundan
oluştuğunu sandığım bir aile hayranlık dolu bakışlarla beni süzüyordu. Yavaşça
yerimden kalktım ve eğilerek teşekkür ettim. Küçük bir konser vermiş gibiydim.
Dükkân sahibi “Müthiş bir yeteneğin var!” diyerek beni överken, ben küçük
çocuğun düz ve simsiyah saçlarıyla oynamaya başlamıştım. Ardından dükkân sahibi
söze devam etti, “Bu yeteneğini kesinlikle değerlendirmelisin!”
Hafifçe
gülümseyip biraz da havalı bir tavırla saçlarımı geriye atarak “Şu an SM’de
stajyerim.” dedim. Hepsi tek bir ağızdan “Gerçekten mi?” diye bağırdı. Bense bu
arada gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Hemen ardından çocuğun annesi
kollarımı tutup beni sarsarak heyecanla “BoA ile tanıştın mı?” diye sordu.
Tanıştığım ünlüler olmuştu fakat BoA’yla henüz tanışabilmiş değildim. “Hayır.”
cevabını verdiğimde biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Sonra gülerek “Sen
ileride ünlü olacaksın değil mi?” diye sordu. “Umarım…” diyerek cevap verdim.
Zamanın bize ne göstereceğini kimse bilemezdi. Belki olacaktım, belki de
olamayacaktım… Bunu ben de dahil kimse bilemezdi.
Kadın
telefonunu çıkartıp yanıma yaklaştı ve beraber fotoğraf çekinip
çekinemeyeceğimizi sordu. Daha stajyerken bile idolmüş gibi davranılması hoşuma
gitmişti. Çekinebileceğimizi söyledim. Biraz sohbet ettikten sonra her ne kadar
enstrümanları gördükçe içim gitse de ayrılmak zorunda kaldım.
Ertesi
gün ortalık bir hayli karışıktı. Herkes telaş içinde oradan oraya
koşuşturuyordu. Bir köşeye oturup boş bakışlarla bu koşuşturmacayı izlerken
kulak misafiri olduğum bir konuşma sayesinde o gün Lee Soo Man’in geleceğini
öğrenmiştim. Ancak açık konuşmak gerekirse diğerlerinin aksine Soo Man’i
etkileyip etkilememek zerre kadar umurumda değildi. Onlar bizim müzisyen
olmamızdan çok köle olmamızı istiyordu. Bazen gidip kendi ajansımı kurmak,
gerçek anlamda müzisyenler yetiştirmek gibi hayallere kapıldığım doğruydu.
Ancak bunun için ciddi bir bütçe lazımdı ve o da bende yoktu…
Stajyerlerden
bazıları o gün kayda girecekti. Ben ve Luise de o stajyerlerin arasındaydık.
Luise neredeyse tüm gün beni izlemişti. Acaba konuşacağı bir konu mu vardı?
Eğer öyleyse seve seve konuşabilirdim. Zaten ben de konuşabilmek için fırsat
kollasam da elime geçen fırsatları da utangaçlığım yüzünden geri tepiyordum.
Kayıt
için sırada bekleyen stajyerler arasında heyecan bir hayli fazlaydı. Luise’in
de heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Ellerini arkadan kavuşturup
topuklarına basarak koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyor, bir yandan da
oflayıp pufluyordu. Heyecanı biraz olsun yatıştığında ise sabit bir şekilde
tekrar beni izlemeye koyulmuştu. Bakışlarından rahatsız olmuyordum fakat
nedenini de bilmek istiyordum.
Kayıttan
sonra dans derslerinden birinde Luise nihayet yanıma gelmişti. “Biraz dolaşalım
mı?” diye sorduğunda ise içimden “Evet!” diye çığlıklar atıp zıplamak gelmişti.
Yeni tanıştığı insanlarla iletişim kurmakta zorlanan biri olduğumdan cesaret
edip de konuşma ihtimalim azdı. Bir süredir beklediğim ilk adımın ondan gelmesi
benim için oldukça sevindiriciydi.
Yine
dün oturduğumuz kafedeydik. Kahvelerimizi içerken lafı uzatmada söze başladı
ancak bunun asıl söylemek istediği konu olup olmadığından emin değildim.
“Oldukça
etkileyici bir sesin var… Piyano konusunda da oldukça iyisin.” Bunları
söylerken yüzünde geniş bir gülümseme vardı. “Teşekkür ederim. Tiz seslerde
senin kadar iyi olamasam da…” dedim ve kıkırdamaya başladım. “Bir grup kuralım.
Ben tiz sesleri halledeyim, sen de pes.” diyerek o da gülmeye başladı. “Ciddiye
alınacak kadar iyi bir fikir.” dedim. Bu konunun sadece bir bahane olduğu
ortadaydı. Ağzındaki baklayı çıkarmasına yardım etmem gerektiğini hissettim,
“Son birkaç gündür sürekli beni izleyip şimdi de konuşmak istemenin sebebi beni
övmek miydi yoksa? Yanlış anlama, rahatsız olduğum falan yok. Hatta hoşuma bile
gidiyor.”
Şaşırmış
gibi bir yüz ifadesi vardı. “Demek seni izlediğimin farkındaydın. Şaşırdım
fakat şaşırmamın sebebi aslında bu değil, hoşuna gidiyor olması.” diyerek
gülmeye devam etti. “Aslına bakarsan son günlerde seninle konuşmak istiyordum.
Fakat ilk adımı senden beklemiştim.” diyerek olayı açıkça anlattım. Bu sefer
gerçekten şaşırmış gibi duruyordu. “Sende bana eski bir arkadaşımı hatırlatan
bir şeyler var. Biliyorum, bu sadece bir saçmalık. Ama seninle ne zaman
konuşsak sanki onunla konuşuyormuş gibi hissediyorum.” diyerek devam ettim.
“Ne
kadar eski bir arkadaş bu? Belki de gerçekten eskiden arkadaştık. Düşünsene.
Film konusu olabilir!” diyerek kahkaha atmaya başladı. Bense buruk bir
gülümsemeyle “Keşke öyle olabilecek olsaydı… Fakat imkânsız. Çünkü arkadaşım
öldü.” dedim. Kahkaha atmasından utanmış gibi bir hali vardı. Ama bunun için
ona kızacak değildim. Nereden bilecekti ki?
“Belki
de ileride, o arkadaşının yerini alamayacak olsam bile onun kadar iyi bir
arkadaşın olabilirim.” diyerek gülümsedi. Ardından birkaç saat şirket ve Lee
Soo Man hakkında konuştuk ve ertesi gün tekrar buluşup yine onun belirleyeceği
bir yere gitmek üzere ayrıldık. Neresi olduğunu tabii ki bilmiyordum…
Bir Ay Sonra
Lee
Soo Man’in yeni projelerinden birine dahil olmuştum. Yeni kurulacak bir grup
için yirmi kişi arasından üç kişi seçilecekti. Henüz tanışmasam da herkesin hakkında
konuşup durduğu ve öve öve bitiremediği Neftis Nera adındaki kız için kesin
grupta olacak deniyordu. Peki ya diğer iki kişi kim olacaktı? Luise de o yirmi
kişiden biriydi. Bence büyük bir ihtimalle o da seçilecekti. Dans konusunda
olmasa da ses konusunda oldukça iyi, hatta bence mükemmeldi. Eğer seçilmezse
büyük haksızlık olacaktı.
Karşılaşmalar
ikili olacaktı ve hangi konuda yarışılacağı konusunda kura çekilecekti. Önce
sahneye şu oldukça popüler olan kız Neftis çıkmıştı. “Neden bu kadar
abartılıyor?” şeklindeki düşüncelerim yerle bir olmuştu. Sahnedeki performansı oldukça
etkileyiciydi. Bas gitar çalışına imrenerek hayran gözlerle bakmıştım. Onunla
tanışmak için can atıyordum.
Ardından
sıra Luise’e geldi. Şanslıydı ki ona ve rakibine vokal yatkınlığı çıkmıştı.
Dans çıkmadığı için derin bir nefes almıştım. Karşısındaki de oldukça dişli bir
rakip olmasına rağmen bence Luise’den daha iyi değildi. Rakibi zayıf olmamasına
rağmen ona göre oldukça iyiydi. Belki de ben Luise’in bazı özelliklerine hayran
olduğum için böyle görüyordum…
Luise
sahneden indikten biraz sonra benim sıram gelmişti. Karşımda daha önce birkaç
kez görsem de hiç konuşmadığım bir kız vardı. Vokal yatkınlığı konusunda
yarışıyorduk. Ikimono Gakari’nin Blue Bird şarkısı seçilmişti. Rakibimin sesini
daha önce hiç duymamıştım ve beklediğimden çok daha iyiydi. Vokal konusunda çok
iyi olmadığımı düşünsem de anadilim Japonca olduğundan performansım fena
sayılmazdı. Büyük ihtimalle de seçilen ben olmayacaktım ama üzgün de değildim.
Performansımı
tamamladıktan sonra bir köşede oturup diğerlerini dinlemeye başladım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder