20 Eylül 2013 Cuma

Saturday Night Love -2. Bölüm-



           Küçük pembe bavulumla kafede otururken bana doğru yaklaşan bir kızı fark ettim. Daha önce karşılaştığım birine benziyordu. Yüzüne baktığınızda Asyalı olduğunu söylemeniz güçtü. Fakat gözleri de biraz çekik olduğundan büyük ihtimalle bir melezdi. Sanki daha önce bir yerde karşılaşmış gibiydik ama nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Belki de bu sadece benim kuruntumdu…

Yanıma geldi ve karşımdaki bir ayağı kısa olduğu için sallanan, gri renkteki sandalyeye oturarak ellerini masaya koydu. Belli belirsiz bir gülümsemeyle “Merhaba.” dedi. O an beni tanıdığına emin olmuştum fakat nereden tanıştığımızı hatırlayamıyordum. “Sen kimsin?” demek de pek kibar olmayacaktı. Pek bozuntuya vermeyerek “Merhaba.” diye karşılık verdim. Ben bozuntuya vermemiş olduğumu zannetsem de karşımdaki beden dilini anlama konusunda biraz fazla iyi olacak ki durumu hemen anlayarak açıklama yapma ihtiyacı hissetti. “Daha önce Japonya’daki seçmelerde karşılaşmıştık.


Evet, bu kız benimle beraber seçmeleri geçen kızdı. Hatırladığımı söyleyerek yüzünü biraz daha dikkatlice incelemeye başladım. Oldukça beyaz tenliydi. Boyunun Asyalı kızlara oranla oldukça uzun olması da melez olduğuna dair bir başka kanıttı. Bembeyaz bir teni vardı. Salık bıraktığı düz ve kahverenginin açık bir tonundaki saçları belinin biraz yukarısına değiyordu. Oldukça zayıf bir yapısı vardı. Sarıya kaçan garip ama güzel bir renkteki gözlerinin ise derin anlamlar gizlediği apaçık ortadaydı. Bakışları insanı adeta büyülüyordu. Sanki geçmişte birçok üzücü olay yaşamış gibiydi, bakışları hüzünlüydü.

Ben büyük bir dikkatle onu incelemeye koyulmuşken “Bayağı oldu… Uzun zamandır yoktun. Bir sorun mu çıktı?” diyerek belki de hakkında en son konuşmak istediğim konuyu açmıştı. Evden kaçtıktan sonra ikizim, Shinku, olayı aileme anlatsa da çoktan beni bir an önce geri getirmek için uğraşmaya başlamışlardı. Bana ulaşmalarını engelleyebileceğimi düşünsem de çok geçmeden yanıldığımı anlamıştım. Bir şekilde bulmuşlardı işte… Ben de işleri yoluna koyabilmek için bir süreliğine Japonya’ya geri dönmek zorunda kalmıştım. Nihayetinde zorla da olsa ailemi ikna ettim ve hayallerime ulaşmak için tekrar Kore’ye döndüm.

Elbette ki bunları karşımdakine anlatmam imkânsızdı. Bu yüzden geçiştirmek adına ortaya “Korece’mi daha fazla geliştirene kadar akademide kaldım.” gibi beyaz bir yalan savuruverdim. Bu beyaz yalana inanıp inanmadığını tam anlamıyla kestirememiştim. Belki de inanmış gibi görünmeye çalışarak “Bundan sonra buradasın yani?” dedi. Bu dediğini onayladıktan sonra bir an içimden her şeyi anlatmak geçmişti. Dertleşebileceğim birine ihtiyacım vardı ama hayır. Bunların henüz tanıştığım birine anlatamayacağım meseleler olduğuna kanaat getirip susmayı tercih ettim.

Hemen ardından aslında en başında olması gereken kısma, tanışma faslına gelmiştik. Elini uzatarak “Bu arada ben Luise, Annaluise.” demesiyle melez olduğu konusundaki düşüncem kesinleşmişti. “Yamada Shirushi.” Dedim ve ekledim, “Ama lütfen şöyle telaffuz et: Yamaada Shiiirushi.” Bunun sanılanın aksine öyle gizli anlamları da yoktu. Bir arkadaşımla olan şakalaşmalarımız sonucunda ortaya çıkan bu telaffuz biçimi garip bir şekilde hoşuma gitmişti. Ayrıca Luise’de garip bir şekilde bana o arkadaşımı andıran bir şeyler vardı. Belki de bu yüzden onu kendime yakın hissetmiştim…

Luise gittikten sonra ben de kafede fazla oturmadım. Amacım alışveriş yapmak olmasa da civardaki mağazaları gezmeye koyuldum. Fakat çok geçmeden bu işten de sıkılmıştım. Giyim mağazalarının yanındaki müzik aletleri satan dükkân dikkatimi çekmişti. İçeriye girip biraz gezinmek fena olmazdı…

Kapıdan içeriye adımımı attığım anda adeta büyülenmiştim. Sol yanımda pembesinden yeşiline kadar rengârenk elektrogitarlar, onun altında farklı büyüklükte bir sürü keman; sağ yanımda ise biri siyah biri beyaz olmak üzere iki adet kuyruklu piyano ve duvara asılmış klasik gitarlar… Başımı biraz yukarı kaldırdığımda ise bir kısmının adını dahi bilmediğim binbir çeşit enstrüman… Kendimi cennette gibi hissediyordum. Oradaki bütün enstrümanları çalabilmeyi öylesine çok isterdim ki…

Bir anda kendimi beyaz olan kuyruklu piyanonun başında bulmuştum. Tuşlara her dokunduğumda içimi anlatılamaz bir mutluluk kaplıyordu. Bilindik bir ezgi çalmaya ve mırıldanmaya başlamıştım. “Mırıldanma” işini abarttığımı ancak ezginin sonuna geldiğimde duyduğum alkış seslerinden sonra fark edebilmiştim. Dükkan sahibi ve yanında duran anne-baba ve küçük bir oğlan çocuğundan oluştuğunu sandığım bir aile hayranlık dolu bakışlarla beni süzüyordu. Yavaşça yerimden kalktım ve eğilerek teşekkür ettim. Küçük bir konser vermiş gibiydim. Dükkân sahibi “Müthiş bir yeteneğin var!” diyerek beni överken, ben küçük çocuğun düz ve simsiyah saçlarıyla oynamaya başlamıştım. Ardından dükkân sahibi söze devam etti, “Bu yeteneğini kesinlikle değerlendirmelisin!”
          
Hafifçe gülümseyip biraz da havalı bir tavırla saçlarımı geriye atarak “Şu an SM’de stajyerim.” dedim. Hepsi tek bir ağızdan “Gerçekten mi?” diye bağırdı. Bense bu arada gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Hemen ardından çocuğun annesi kollarımı tutup beni sarsarak heyecanla “BoA ile tanıştın mı?” diye sordu. Tanıştığım ünlüler olmuştu fakat BoA’yla henüz tanışabilmiş değildim. “Hayır.” cevabını verdiğimde biraz hayal kırıklığına uğramış gibiydi. Sonra gülerek “Sen ileride ünlü olacaksın değil mi?” diye sordu. “Umarım…” diyerek cevap verdim. Zamanın bize ne göstereceğini kimse bilemezdi. Belki olacaktım, belki de olamayacaktım… Bunu ben de dahil kimse bilemezdi.

Kadın telefonunu çıkartıp yanıma yaklaştı ve beraber fotoğraf çekinip çekinemeyeceğimizi sordu. Daha stajyerken bile idolmüş gibi davranılması hoşuma gitmişti. Çekinebileceğimizi söyledim. Biraz sohbet ettikten sonra her ne kadar enstrümanları gördükçe içim gitse de ayrılmak zorunda kaldım.

Ertesi gün ortalık bir hayli karışıktı. Herkes telaş içinde oradan oraya koşuşturuyordu. Bir köşeye oturup boş bakışlarla bu koşuşturmacayı izlerken kulak misafiri olduğum bir konuşma sayesinde o gün Lee Soo Man’in geleceğini öğrenmiştim. Ancak açık konuşmak gerekirse diğerlerinin aksine Soo Man’i etkileyip etkilememek zerre kadar umurumda değildi. Onlar bizim müzisyen olmamızdan çok köle olmamızı istiyordu. Bazen gidip kendi ajansımı kurmak, gerçek anlamda müzisyenler yetiştirmek gibi hayallere kapıldığım doğruydu. Ancak bunun için ciddi bir bütçe lazımdı ve o da bende yoktu…

Stajyerlerden bazıları o gün kayda girecekti. Ben ve Luise de o stajyerlerin arasındaydık. Luise neredeyse tüm gün beni izlemişti. Acaba konuşacağı bir konu mu vardı? Eğer öyleyse seve seve konuşabilirdim. Zaten ben de konuşabilmek için fırsat kollasam da elime geçen fırsatları da utangaçlığım yüzünden geri tepiyordum.

Kayıt için sırada bekleyen stajyerler arasında heyecan bir hayli fazlaydı. Luise’in de heyecanlı olduğu her halinden belliydi. Ellerini arkadan kavuşturup topuklarına basarak koridorda bir aşağı bir yukarı yürüyor, bir yandan da oflayıp pufluyordu. Heyecanı biraz olsun yatıştığında ise sabit bir şekilde tekrar beni izlemeye koyulmuştu. Bakışlarından rahatsız olmuyordum fakat nedenini de bilmek istiyordum.

Kayıttan sonra dans derslerinden birinde Luise nihayet yanıma gelmişti. “Biraz dolaşalım mı?” diye sorduğunda ise içimden “Evet!” diye çığlıklar atıp zıplamak gelmişti. Yeni tanıştığı insanlarla iletişim kurmakta zorlanan biri olduğumdan cesaret edip de konuşma ihtimalim azdı. Bir süredir beklediğim ilk adımın ondan gelmesi benim için oldukça sevindiriciydi.

Yine dün oturduğumuz kafedeydik. Kahvelerimizi içerken lafı uzatmada söze başladı ancak bunun asıl söylemek istediği konu olup olmadığından emin değildim.

“Oldukça etkileyici bir sesin var… Piyano konusunda da oldukça iyisin.” Bunları söylerken yüzünde geniş bir gülümseme vardı. “Teşekkür ederim. Tiz seslerde senin kadar iyi olamasam da…” dedim ve kıkırdamaya başladım. “Bir grup kuralım. Ben tiz sesleri halledeyim, sen de pes.” diyerek o da gülmeye başladı. “Ciddiye alınacak kadar iyi bir fikir.” dedim. Bu konunun sadece bir bahane olduğu ortadaydı. Ağzındaki baklayı çıkarmasına yardım etmem gerektiğini hissettim, “Son birkaç gündür sürekli beni izleyip şimdi de konuşmak istemenin sebebi beni övmek miydi yoksa? Yanlış anlama, rahatsız olduğum falan yok. Hatta hoşuma bile gidiyor.”

Şaşırmış gibi bir yüz ifadesi vardı. “Demek seni izlediğimin farkındaydın. Şaşırdım fakat şaşırmamın sebebi aslında bu değil, hoşuna gidiyor olması.” diyerek gülmeye devam etti. “Aslına bakarsan son günlerde seninle konuşmak istiyordum. Fakat ilk adımı senden beklemiştim.” diyerek olayı açıkça anlattım. Bu sefer gerçekten şaşırmış gibi duruyordu. “Sende bana eski bir arkadaşımı hatırlatan bir şeyler var. Biliyorum, bu sadece bir saçmalık. Ama seninle ne zaman konuşsak sanki onunla konuşuyormuş gibi hissediyorum.” diyerek devam ettim.

“Ne kadar eski bir arkadaş bu? Belki de gerçekten eskiden arkadaştık. Düşünsene. Film konusu olabilir!” diyerek kahkaha atmaya başladı. Bense buruk bir gülümsemeyle “Keşke öyle olabilecek olsaydı… Fakat imkânsız. Çünkü arkadaşım öldü.” dedim. Kahkaha atmasından utanmış gibi bir hali vardı. Ama bunun için ona kızacak değildim. Nereden bilecekti ki?

“Belki de ileride, o arkadaşının yerini alamayacak olsam bile onun kadar iyi bir arkadaşın olabilirim.” diyerek gülümsedi. Ardından birkaç saat şirket ve Lee Soo Man hakkında konuştuk ve ertesi gün tekrar buluşup yine onun belirleyeceği bir yere gitmek üzere ayrıldık. Neresi olduğunu tabii ki bilmiyordum…

Bir Ay Sonra

Lee Soo Man’in yeni projelerinden birine dahil olmuştum. Yeni kurulacak bir grup için yirmi kişi arasından üç kişi seçilecekti. Henüz tanışmasam da herkesin hakkında konuşup durduğu ve öve öve bitiremediği Neftis Nera adındaki kız için kesin grupta olacak deniyordu. Peki ya diğer iki kişi kim olacaktı? Luise de o yirmi kişiden biriydi. Bence büyük bir ihtimalle o da seçilecekti. Dans konusunda olmasa da ses konusunda oldukça iyi, hatta bence mükemmeldi. Eğer seçilmezse büyük haksızlık olacaktı.

Karşılaşmalar ikili olacaktı ve hangi konuda yarışılacağı konusunda kura çekilecekti. Önce sahneye şu oldukça popüler olan kız Neftis çıkmıştı. “Neden bu kadar abartılıyor?” şeklindeki düşüncelerim yerle bir olmuştu. Sahnedeki performansı oldukça etkileyiciydi. Bas gitar çalışına imrenerek hayran gözlerle bakmıştım. Onunla tanışmak için can atıyordum.

Ardından sıra Luise’e geldi. Şanslıydı ki ona ve rakibine vokal yatkınlığı çıkmıştı. Dans çıkmadığı için derin bir nefes almıştım. Karşısındaki de oldukça dişli bir rakip olmasına rağmen bence Luise’den daha iyi değildi. Rakibi zayıf olmamasına rağmen ona göre oldukça iyiydi. Belki de ben Luise’in bazı özelliklerine hayran olduğum için böyle görüyordum…

Luise sahneden indikten biraz sonra benim sıram gelmişti. Karşımda daha önce birkaç kez görsem de hiç konuşmadığım bir kız vardı. Vokal yatkınlığı konusunda yarışıyorduk. Ikimono Gakari’nin Blue Bird şarkısı seçilmişti. Rakibimin sesini daha önce hiç duymamıştım ve beklediğimden çok daha iyiydi. Vokal konusunda çok iyi olmadığımı düşünsem de anadilim Japonca olduğundan performansım fena sayılmazdı. Büyük ihtimalle de seçilen ben olmayacaktım ama üzgün de değildim.

Performansımı tamamladıktan sonra bir köşede oturup diğerlerini dinlemeye başladım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder