30 Kasım 2013 Cumartesi

Gaemjeong Belsoli -9.Bölüm-


-“Watson, bu da Cho Hana. Bir indie sanatçısı ve Music City’de radyo programcısı.”
-“Ama iki işimde de popüler değilim. Büyük ihtimalle ilk kez duyuyorsundur.” Diye ekledi Hana.
-“Ah…” dedi Kyuhan, daha çok inlemeye benzer bir sesle. “Gerçekten de duymamıştım.”

***

Jimin’in bu yerde görmeyi beklediği en son kişiydi o genç. Üstüne üstlük bir de onları görmezden geldi. En ortadaki masaya oturdu. Kimin için, ne için geldiği belirsizdi. Jimin bunu yapmak zorunda olduğunu biliyor ama kesinlikle yapmak istemiyordu. En sonunda pes etti.
-“Hoşgeldiniz. Ne arzu edersiniz?”
-“Ben mi? Bir kahve alayım lütfen…” dedi Jimin’in yüzüne bakarak. Ama başka hiçbir ifade belirmedi yüzünde. Sanki gerçekten de ilk kez karşılaşıyorlardı.
-“Hemen getiriyorum.” Dedi Jimin. “Kahveye takmışlar…” diye söylendi içinden. Mutfağa giderken Hana’ya müşteriyi işaret etti. Hana öylesine şaşırdı ki doğru görüp görmediğinden emin olmak için uzun süre baktı.
-“Ne işi var burada?” diye fısıldadı. Jimin omuz silkip yürümeye devam etti. Hana da az önce müşterilerden birinin istediği “Lie LieLie” şarkısını söylemeye başladı.

***

(RADYO)

-“Haklıydın. İlk adımı atan ben olmalıydım.”
-“Geldi demek… Ama dur… Ya hayal kırıklığı”
-“İşin en kötü tarafı da bu...
Hayallerimden de öte birisiydi.”

***

-“Ne zamana kadar daha orada oturup, bizi yok saymaya devam edecek? Sinirimi bozuyor.”
-“Sen de onu görmezden gelsene Jimin, bunu hak ediyor.”
Jimin hiçbir şey söylemeden Hana’ya baktı. Bunun mümkün olmadığını Hana da biliyordu ama verecek daha iyi bir tavsiyesi yoktu. Memory şarkısını çalmaya başladı. Genç kahvesini bitirdikten sonra da oturmaya devam etti. Jimin en sonunda dayanamayıp yanına gitti:
-“Artık gidebilirsin.” Dedi duygusuz bir sesle. Genç ona şaşkınlıkla baktı:
-“Anlamadım.”
-“Burada öylece oturmana tahammül edemiyorum Jiyoung, duymak istediğin şey bu idiyse duydun ve artık gidebilirsin.”
-“Ne-neden bahsediyorsunuz? Adımı nereden biliyorsunuz?” diye sordu Jiyoung hayret içinde. Jimin ona dikkatlice baktı.
-“Benimle dalga mı geçiyorsun?”
-“Hayır hayır, gerçekten sizi tanımıyorum. Beni tanıyor musunuz?”
-“Jiyoung? Beni tanımıyor musun?” Jimin ne diyeceğini bilemiyordu.
-“Şey, özür dilerim. Bende amnezi var, dissosiyatif.”  Dedi Jiyoung. Jimin’in anlamadığını görünce açıkladı. “Bundan iki yıl önce bir travma geçirdim. Bu nedenle de beynim kendini bloke etti. Şimdi hayatımdan 5 yıl kayıp, bir şey hatırlamıyorum o döneme ait.”
                Jimin gözlerinin karardığını hissetti. Bayılmadan önce hatırladığı son şeyler Hana’nın çığlığı ve  Jiyoung’un onu tutmak için uzanan elleriydi.

                Uyandığında köşedeki büyük masanın üstünde yatar halde buldu kendini. Hana uyandığını görünce ayağa fırladı:
-“İyi misin?”
-“Evet.” Dedi Jimin, doğruldu. “Jiyoung nerede?”
-“Gönderdim onu. Önce biz konuşalım istedim.” Jimin hararetle tuttu Hana’nın ellerini:
-“Amnezi olmuş Hana, hiçbir şey hatırlamıyormuş! Beni bile unutmuş!”
-“Biliyorum, konuştuk.”
-“Ne anlattın ona?”
-“Sadece lise arkadaşı olduğumuzu.”
-“inandı mı?”
-“Sırf bu yüzden mi bayıldığını sordu, senin çok duygusal biri olduğunu söyledim ben de. Eh yalan da sayılmaz hani…” dedi Hana gülümseyerek. Jimin de güldü önce, sonra ciddileşti:
-“Doğru söylüyor yani? Gerçekten unutmuş her şeyi?”
-“Evet. Hayatından beş yılı hatırlamamak. Korkunç bir şey.”
-“Ne travması geçirmiş peki?”
-“…”
-“Hana… Cevap versene...”
-“Babası… Trafik kazasında ölmüş.”
Sessizlik.
-“Ne yapacağım?”
-“Ne demek ne yapacağım? Neden bir şey yapman gereksin ki?” dedi Hana önce.
Sonra birden… Anladı.
Onu hala seviyordu.

***

(RADYO)

-“Ne yapacağını düşünüyorsun?”
-“Bilmiyorum… Her ne kadar yanımda gibi dursa da artık o ulaşabileceğimden çok daha uzaklarda. Eskiden onun dünyanın öbür ucunda olduğunu düşünürdüm ama şimdi başka bir gezegende.”
-“Mesafeleri gözünde büyütüyorsun. Ulaşamayacağın bir yerde değil.”
-“Ona nasıl ulaşabilirim ki?”
-“ ‘Gülme iki insan arasındaki en kısa mesafedir.’ Der Victor Borge.”
-“Keşke her şey bu kadar kolay olsaydı.”
-“Senin aradığın kişi senden önce yanına gelmiş, yine de nasıl bu kadar umutsuz olabilirsin?”
-“Hiç anlamıyorsun değil mi? Başkasını seviyor.”
-“…”
-“Susuyorsun.”
-“Sen onu tanımadan önce mi olmuş?”
-“Hayır, henüz iki hafta. Oysa ben neredeyse bir yıldır biliyorum onu.”
-“Neden bu kadar bekledin peki? Senin bir yılda yapamadığını iki haftada yapmış başkası… Nasıl olur bu? Neden bu kadar bekledin?”
-“Haklısın. Çok bekledim. Farkına varamadım. Onu uzaklarda aradım. Akıl edemedim. Bana el uzattı defalarca ama bir türlü uzanıp tutamadım.”
-“Sen konuştukça Shakespare’ın sözlerini hatırlıyorum.”
Bazen bir çocuk bakar gözlerinin içine. Arkan dönüktür, göremezsin...
Bazen güneş kucağındadır. Orada olduğunu bilemezsin...
Bazen yıldızları süpürürsün eteklerinle. Telaşlısındır, farkına varamazsın...
Bazen bir orkestra kurulur içinde. Başka sesleri duyar, onu duyamazsın...
Bazen mutluluk gelip konar kirpiğine. Sen, onu hep uzaklarda ararsın...
Bazen bir sandık hazine durur başucunda. Akıl edip, kapağı aralamazsın...
Bazen hayatının fırsatı geçer önünden. Tehir eder, yakalamazsın...
Bazen kutsal bir el uzanır sana göklerden. Meşgulsündür, uzanıp tutmazsın...”

26 Kasım 2013 Salı

Klip Hikayeleri 1 "Yalnız"

Yepyeni bir hikaye ile karşınızdayım! Başlıktan da jetonu düşürdüğünüz üzere konumuz klipler. Kurgumda kullanacağım klipler, tazecik Hyorin - Lonely ve One Way Love, History What am I to you ve Troublemaker'ın Now'ı.
Hikayenin playlisti (dinleme sırası yok);

***


-Bu mu şimdi? Tüm söyleyeceğin bu mu? 
-Ne söyleyebilirim başka... Bana sadece "seni seviyorum" demenin her şeyi düzelteceğini söyleyen sen değil miydin?!
-Evet ama... Tükendim artık... Bir varsın bir yoksun. Yanımdasın diyorum, gitmişsin, yokluğuna alışıyorum bir bakmışım en başından beri yanımdaymışsın... 

Sustum. Ağlıyordum. Elimde değildi... Genç bir kız iken, beni olgunlaştıran bu adam, beni büyüten yegane sevdiğim bu adam artık beni sevmiyordu. Sevdiğini sanıyordu sadece... ya da tükendik ikimizde. Bilmiyorum... "Ağlama! Lütfen..." O da ağlıyordu şimdi. Alıştığı bir şeyden kopmak istemeyen bir insanın gözyaşlarıydı bunlar. Gözyaşlarımı sildim, burnumu gürültülü bir biçimde çektim, yüzüme yapmacık bir gülümseme takındım: "Bitti öyleyse?" Gözleri şaşkınlıkla büyüdü. "N-n-ne?!" Öyle işte, dedim. "Şaka bu, şaka, kötü saçma bir şaka... Değil mi?" Ellerimi kavramıştı. Bakışlarımı yere indirdim. Bir süre böyle kaldık, ağlıyordu. Hiç ağlamayan Kyungil, mantığı hep kalpten bir adım önceye almasıyla bilinen Kyungil karşımda burnunu çeke çeke ağlıyordu. En sonunda ellerimi bıraktı, gözyaşlarını cesurca sildi, arkasına bakmadan yürümeye başladı. Attığı her bir adımda, tüketilen sevgimin 42 numaralık izleri kara bugünün imzasını atıyordu.

***


Gitti. Beni öylece bırakıp gitti. Bu karlı günde ben, 4 yıllık ilişkime bir son nokta koydum. Üstelik onu gerçekten sevdiğime bile inanmadı! Ölüyorum sanki, kalbim öyle acıyor...  Arkama bakmayacağım, bakmamalıyım, benim onu sevmediğime inanıyor, beni sevmiyor... Kar taneleri gözyaşlarıma siper olmuş durumda. Ağladığımı "zanneden" olursa, karlar eridi diyeceğim yüzümde. Ne yöne adım atsam bilmiyorum, ne tarafa gitsem, kime sarılsam, kime ağlasam, kimin ellerini tutsam... Tekim artık. 
***
İçki ve sigara kırık bir kalbin en iyi dostuymuş, geçtiğimiz günlerde bunu anladım. Ama içe oturulan öküzün panzehirini bulamadım halen... Ya tüm o "yitip gitme" hissine ne demeli! Her geçen gün biraz daha tükeniyorum, sevgime bir kadın tarafından edilen tüm bu hakaretler yüzünden. Yaptığım shotlar, hiçbir şeyi çözmüyor... Çözümsüzlük içinde yitiyorum. Onunla birlikte yaşadığım evim bir zindan gibi, yokluğuyla dans ediyorum.

***

Kendi evimde, yalnızlığımın tadını çıkarıyorum. Özgürüm, ne yaptığıma karışacak bir adam yok artık hayatımda. İstediğimi giyiyor, söylüyor, içiyorum... Dergilerimi okuyorum, sokaklarda koşuşturuyorum... Dans ediyorum. Acıyla, özlemle... Kimi kandırıyorum ki! Yanılmışım. Onu özlemem sanıyordum. Onsuz ölüyorum. 

Dışarı çıkıyorum, çünkü onsuzluk, oksijensizlik gibi... Boğucu. Yokluğunda ölüm halinde oluyor insan. Yürüyorum. Yürüyorum. Yürüyorum. Nerede olduğumun farkına vardığımda iş işten geçiyor bile... Buraya kadar geldiysem eğer, ne haddime kalbime karşı gelmek. Zili çalıyorum. 


"Hyorin?" Gözlerinde binlerce soruyla bana bakan Kyungil, tüm aptallığıyla özür dilemeye gelen ben... Beş kelime: "Yanılmışım, özür dilerim, seni seviyorum." 


- O günleri özlüyorum...
- Seni burada tutan ben değilim.
- Gitmeliyim yani... Senin için hiç mi değerim yok?
- Seninle yatmak zevkli.

Böyle diyeceğini biliyordum. Daha önce sadece tek bir kez sormaya cesaret etmiştim ve bana bir fahişe gibi davranmıştı. Bu konuşmaya daha fazla dayanamayacaktım. Çıkmadan önce bir daha dönmeyi düşünmediğim karavana son bir kez baktım; yerde paralar vardı, yüklü miktardaydılar, boş bir silah tezgahta duruyordu, tüm kıyafetlerim, mutfak dolaplarındaki alet edevatlar... her şey ayrı bir yere saçılmıştı. Burayı tüm bu hayalkırıklıklarımın yuvası olmasına rağmen özleyecektim. Kapı eşiğinden dışarı bir adım attım. Hala Hyunseung'un beni durdurmasını bekliyordum içten içe. O kadar acizaneydi ki bu hareketlerim, kendimden tiksiniyordum. Bir adım daha... Halen bir "Dur!" nidası beklemekte kulaklarım ama tek duyduğum şey sessizlik. Kapıyı kapatıyor ve dış dünyaya adım atıyorum. Derin bir nefes... Yavaş yavaş şehrin ışıklarına doğru yürümeye başlıyorum.

Çok geçmeden şehre vardığımda, eski bir tanıdığın barında buldum kendimi. Ayak tabanlarım şişmişti fakat gözlerimin hali daha vahimdi. Elime ne geldiyse içiyordum. Tanımadığım kişilerin beni taciz etmesine izin veriyordum... Onlar tatmin olurlarken bende kısmen ondan, kendimden öcümü alıyordum. Artık o eski masum kız değildim ve kaybettiğim masumiyetimi asla geri kazanamayacaktım. Ama sonunun böyle olacağını biliyordum. En başında bana dürüst davranmıştı: "Yalan söylemeyeceğim kızım. Şuan tek istediğim bedenin. Benimle ilgili boş heveslere kapılma. Hem... Birazdan asla geri kazanamayacağın bir şeyini kaybedeceksin." küçümser gibi gülmüştü, "Emin misin?" Cevabım gözlerimi kapatmak olmuştu. Alkol kokan nefesi yüzümden dudaklarıma kaymıştı. Çok geçmeden işin varacağı yeri biliyor, bunca yıldır özenle koruduğum bir şeyi kaybetmenin acısını duyuyordum. 


O gün, ilk sabahımıza uyandığımızda sarmaş dolaştık, üzerimizde kıyafetlerimiz vardı. Gözlerimdeki korkuyu sezince yapmak üzere olduğu şeyi bırakmış, gözlerinde saçma bir alayla bana sarılmıştı. "Şimdilik uyumakla yetinelim." Normalde kabalığıyla bilinen bu çocuğun, aldığı birkaç hapla bu denli kişilik değişimine uğraması bir garipti ama mutluydum. Uyurken onu izlemiştim bütün gece. Bir bebek gibiydi. Masumdu. Ama uyandığında beni hatırlamadı ve çok geçmeden karavandan kovdu da. Gidecek yerim yoktu. Aslında birkaç gün öncesine kadar vardı. Ama artık ne gidecek bir evim ne de güvendiğim insanlar vardı hayatımda. 

"Hyun-ah yavaş ol. Mideni delmek mi istiyorsun?" Moe başıma dikilmişti. Barın sahibi, Hyunseung sayesinde tanıştığım biriydi ve bu hallerime alışkındı. "Ölmek istiyorum." dedim. Güldü. "Benim mekanımda değil ama." Belimden kavrayarak kaldırdı beni. "Gel, yüzünü yıkayalım."

***

Yüzümü yıkarken aynada kendime baktım. Ağzımda halen kusmuk tadı vardı. Boğazımda da iki gündür geçmek bilmeyen bir yumruk. Ona aşıktım, benimle zıt olan masumiyetine aşık olmuştum onun. Tüm bu "ahlak, erdem" zırvalıklarından tiksinmeme rağmen, o, o kadar şeffaftı, saftı ki bir şekilde saplanıp kalmıştım ona. Ama onda sevdiğim ne varsa, zamanla bir bir yok ediyordum... Kalbini kırıyor, insanlara inancını tüketiyordum. Onun ruhunu yeyip bitiriyordum... Halen odamda giyinmekte olan kızların sesi geliyordu. Dayanamayıp kızların yanına gittim, ikisinin de boğazlarına yapışarak dışarı çıkardım, "Siktirin gidin." Acaba Hyun-ah şuan neredeydi? Daha doğrusu kiminleydi? Yine kimin yatağından toplayacaktım onu ve bu manzarayı nasıl bir kez daha kabullenecektim? Dönmeyeceğini düşünmüyordum bile. Mutlaka dönerdi... Hep dönmüştü.

***

Bir haftadır her gecemi farklı birinin evinde geçiriyordum. Kiminle ne yaptığım önemli değildi sadece bir an önce kendimi tüketmek, yok olup gitmek istiyordum çünkü kendime alenen zarar verecek kadar cesur ve yürekli değildim. "Git artık." Yanımdaki çocuğa baktım. Çökmüştü. Sevgilisini falan aldatmış olsa gerekti benimle. Üstümü giyindim. Bugün sekizinci günümdü. Moe'nun yanına uğramıyordum. Hala içimde bir yerde Hyunseung'un beni aramaya tenezzül edeceği düşüncesi vardı. Azkaban'ın ruh emicileri gibi, o da benim tüm yaşamımı yeyip bitirmişti. Dışarıya çıktığımda soğuk bütün bedenimi ele geçirdi. Ocak'ın 23'üydü ve Seul karla kaplıydı. 

***

Bir haftadır yoktu. Bu bir ilkti. Bu kez onu gerçekten kırdım herhalde diye düşünüyordum başta ama hava şartlarını gördükçe bir yerlerde başına bir şeyler gelmiş olma düşüncesi sinsice beynimi ele geçiriyordu. Ya hastalandıysa? Hassas bünyesiyle kim bilir kimde kalıyordu? Moe'da olmadığını biliyordum üstelik Moe'ya da hiçbir haber vermemiş.

***

Akşama doğru, kar durmuştu. Onu özlemiştim. Ama geri dönmeyecektim. Bu yüzden birlikte sıkça vakit geçirdiğimiz Wiseong Tepesi'ne gittim. 

***
Bütün gün sadece uyumuştum. Çıkıp onu aramadım. Akşama doğru, kar durduğunda biraz hava almak için dışarı çıktım, yakınlardaki Wiseong Tepesi'ne doğru yürümeye başladım. Tepeye geldiğimde aklımda burada onunla yaşadığımız anılarım canlanıyordu. Güneş batmak üzereydi. Başımı kaldırdım. Tepenin ucunda yere uzanmış bir beden vardı, bozuk gözlerime rağmen bir kadın bedeni olduğunu seçmiştim. Bir heyecanla daha da yaklaştım bedene. Uyuyordu. Uyandırmamak için belli bir mesafede kaldım. Hyunah olamazdı çünkü daha geçen gün saçlarını sarıdan kızıla kendim boyamıştım. Öyleyse bu sarışın kimdi? Hemen yanında, yerde bir vokta şişesi vardı. Kızı uyandırma pahasına hoyratça şişeyi almaya gittim. Sırtı dönük olduğundan fark etmez diye ummuştum ama şişeyi yanlışlıkla üstüne düşürünce bir anda sıçrayarak uyandı, arkasını döndü uyku sersemliğiyle. Bu... Hyuna'ydı. Ne ara saçlarını sarı yapmıştı?! Rüya gördüğünü sanarak yerden bir cam parçasını alıp parmağının ucunu kesip ufak bir inilti kaçırıyordu Hyuna ben bunu düşünürken. "Ne işin var senin burada?" O sormuştu. Hep ilk adımı o atardı. Cevap vermedim. Gururunu kırmak hoşuma gidiyordu sanırım. Hepten bozulmuştu. Hiçbir şey söylemeden kalktı sakince ayağa. Gözlerimin tam içine bakıyordu. Elini kaldırdı yavaşça. Sonra fikrini değiştirmiş biri gibi indirdi. Ben kollarına odaklanmışken o diziyle kasıklarıma vurdu. Acıyla inledim. Tüm hayvani dürtülerimle onun canını yakmak için üzerine atladım. Şimdi Wiseong Tepesi'nde yuvarlanıyorduk, acıyla gözüm dönmüştü. Neden sonra durdum... Öylece kaldık. O da ben de soluğumuzu tutmuştuk. "Beni sevmiyorsun ama hep yanında olmamı istiyorsun. Benden nefret ediyorsun ama her gidişimde beni geri getiriyorsun. Neden Hyunseung?" dedi Hyun-ah. Sesi dümdüz, duygusuzdu. "Benden tiksiniyor, nefret ediyorsun." Tüm bu duygusuzluğu ürkütmüştü beni. Sustum. Ama çok geçmeden dayanamadım. "Sen... sevmek nedir biliyorsun." dedim. Bakışlarını gözlerime sabitlemişti. Halen onun hemen üzerinde duruyordum bu yüzden bakışlarından kaçmak mümkün değildi. "Sana bir şeyi nasıl seveceğini öğretmişler. Ben bilmiyorum. Hiçbir duyguyu bilmiyorum Hyunah. İnsanlarla büyümedim ben. Hep yalnızdım ve yalnız olacağım. Ama... Ama sana ihtiyacım var." Şimdi gözlerimiz buluşmuştu. Hiçbir şey söylemedi. "Bana... hissetmeyi öğretir misin Hyunah?" Üşümüştü. Yerden yavaşça kaldırdım, birkaç metre ötede hurdaya dönmüş eski arabanın kaportasına oturduk birlikte. Gelecek bize ne getirecek bilmiyordum ama kollarımın arasında tuttuğum bedende eski yaşama aşkını bulamıyordum. Her an vazgeçebilir gibiydi. Buna izin veremezdim... Hissetmek pahasına.


21 Kasım 2013 Perşembe

Gaemjeong Belsoli -8.Bölüm-


                Kyuhan bazı şeylere aklı ermeye başladığından beri –ki bu oldukça küçük bir yaşta gerçekleşmişti- zaman zaman lanetli olduğunu düşünürdü. O böyle olsun istemezdi elbette ama ardı ardına cereyan eden olaylar ve insanların ona karşı aldığı tavır –babası hariç- ona böyle olduğu konusundaki endişelerini pekiştiriyordu. Çoğu zaman da kendi kendine hayatını trajikleştirdiğini düşünürdü ama hiçbir şekilde de yaşadıkları küçümsenemezdi. Her zaman bu iki uç arasında kalmış şanslı mı yoksa lanetli mi olduğu konusunda karar verememişti.
                Ne zaman radyoyu arasa ve Yun’la konuşsa aslında her şeyi kötüleştirenin kendisi olduğunu düşünüyordu. Yun’un sesindeki bütün o olumlu hava Kyuhan’a öylesine derinden etki ediyordu ki hayatı birden pembe gözlükle bakmaya başlıyordu. Ama üzerinden çok geçmeden, daha aynı gece uyumadan önce aslında her şeyin gerçekten kötü gittiğini düşündüren o siyah gözlük geri dönüyordu.
               
Bunu fark ettiğinde Kyuhan bir şeyi çok merak etmişti.
Sesi bu kadar etkiliyorsa acaba Yun’un yanında olmak nasıl hissettirirdi?

***

                Jimin en başından beri haklı olduğunu biliyordu. Hana’yla kaç kez tedbirli olmasını, acele etmemesini söylemişti. Ama Chunghee’nin aurasına kapılmış olan Hana endişeye gerek olmadığını belki yüz kez tekrarlamıştı. Peki sonuç ne olmuştu?
                Yine de hiçbir şey için geç sayılmazdı. Hana’nın derdi onun derdi demekti ve buna bir çözüm bulmak zorundaydı. Hana’nın ona aşık olmadığını biliyordu ama ondan gerçekten çok etkilenmişti. Ve bu kadar etkilenmiş olmasının en büyük nedeni de Hana’nın olmayan ailesiydi. Jimin bunu söylemese, kendine bile itiraf etmekten bile korksa da çok iyi biliyordu ki hiçbir zaman bir babanın verdiği güveni hissedememiş olan Hana her zaman bunu ona verebilen insanlara aşık olmuştu. Ya da öyle olduğunu sanmıştı. Chunghee de onlardan biriydi.
                İşin en kötü tarafı böyle insanlar her zaman daha önce kalpleri kırılmış insanlar oluyordu ve geri kalan hayatlarında da yanlışlıkla kalp kırabiliyorlardı. Hana’nın kalbi de insanlar tarafından kırılmış, Jimin pek çok kez gidenlerin arkasından kalanları toplamıştı.
                Hana’yla uzun uzun düşündükleri o akşam her şeyin açık açık söylenmesi konusunda karar kılmışlardı. Ve nitekim bu yol başarıya da ulaşmıştı. Artık Chunghee, Hana’ya “Hana gibi” davranıyordu. Zaman zaman gözleri uzaklara dalsa, bazen Hana’ya “Soomin” diye seslense de sürekli bir şeyler bekleme halinden sıyrılmıştı ve şimdilik bu yeterliydi.

                Hana’nın yine gitar çaldığı ve Jimin’in de tek tük müşterilerle ilgilendiği her zamanki sıradan günlerin birinde, -ki etkisi büyük olay sıradan bir günde gerçekleşirdi- tanıdık ama geçmişte kalan biri içeri girdi.

***

                Bu fikir gün geçtikçe kafasında daha fazla yer etmeye başlamıştı. Ta ki Kyuhan başka bir şey düşünemez oluncaya kadar… Birden Yun’u görme, tanışma ve onun yanında olma isteği öylesine güçlü bir şekilde ortaya çıkmıştı ki Kyuhan hayal kırıklığı yaşamaktan korkmasa şimdiye kadar binlerce kez aklından geçenleri yapmış olurdu.
                Teşebbüslerinin sayısını artık o bile hatırlamıyordu ama her zaman korkup vazgeçiyordu. Bir keresinde radyonun önüne kadar gelmiş ama tam kapıdayken cesaretini yitirmiş ve resmen kaçmıştı. Onun yerine kendisine iyilik ettiğini düşündüğü Yun’un albümlerinden onar tane almıştı. Ne zaman kendini gergin hissetse heme kulaklığını takıyor ve onun sesiyle gevşiyordu. Yine de bu içindeki dürtüyü geçici olarak bastırıyor ama hemen ardından daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmasına neden oluyordu. En sonunda her sorunu gibi bunu da sorunun kendisiyle paylaşmaya karar verdi.

(RADYO)

-“Yapmayı çok istediğim bir şey var ama aynı zaman da çok da korkuyorum.”

-“Neden?”

-“Hayal kırıklığına uğramaktan.”

-“Bundan korkmamalısın. İnsanlar çoğu zaman yapmadıkları şeyler için pişman olurlar. Keşke daha çok deneseydim, keşke sevdiğimi söyleseydim… Aklından geçen neyse onu yap. Ama hayal kırıklığına uğrama ihtimalini en aza düşürmek için hayal kurarken de dikkatli ol. Montaigne der ki ‘Aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor. Sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayal kuruyorsun.’

-“Tam olarak “şunu bekliyorum” da diyemem. Düşününce… Ne beklediğimi de bilmiyorum aslında sadece merak ediyorum. Ama şimdi olduğum gibi hissedemezsem ona karşı üzülürüm biliyorum.”

-“Tam olarak ne yapmak istiyorsun?”

-“Yakından tanımak istediğim biri var. Şuan, yani ondan uzakta olduğum şuan, çok hoş bir insan olduğunu düşünüyorum ve onun yanında olmanın nasıl bir his olduğunu merak ediyorum.”
-“Hazır o senden uzaktayken ilk adımı atan sen ol, böylece bir şeyler hoşuna gitmediğinde geri çekilebilirsin. Daha çok beklersen ona kendi kafanda bir karakter oluşturur ve daha çok bağlanırsın. Onu tanıdığında ise çok daha büyük bir hayal kırıklığı yaşarsan. Hazır ondan uzakta ve beklentilerin düşük seviyedeyken onu tanımaya çalış. Böylece nasıl biri olduğunu görürsün ve gelecekte daha fazla acı çekmekten de kurtulursun.”

-“Sanırım haklısın… Peki bunun için herhangi bir şey yok mu? Ne bileyim… Bir özdeyiş, bir film repliği ya da ünlü birinden bir söz?”

-“Şimdilik sözlerle alay et bakalım… Kim ne derse desin sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir. (Dead Poets Society 1989)”

***


                Kyuhan beklerken dün konuştuklarını düşünüp duruyordu. Yun ne olduğunu bilmeden anlamıştı her zamanki gibi ve mantıklı gerekçelerle yapılması gerekeni göstermişti. Bu akşam yapacaktı Kyuhan, gidecek ve onunla tanışacaktı.

                Buraya gelme nedeni ise farklıydı. En yakın ve tek arkadaşı, Sherlock’ı için gelmişti. Ona bu şekilde hitap etmeye de, onun kendisine Watson demesine de bayılırdı. Her zaman güçlü duran Sherlock onun yanındayken çocuklaşır ve bu lakabına uygun, tuhaf ama hoş hallerine bürünürdü. Saatine baktı, iki dakika içinde muhakkak burada olurdu, geç kalmak onun prensiplerine aykırıydı.
Her zamanki gibi tam saatinde kapı açıldı, içeri Sherlock ve biri daha girdi. Birbirlerini gören iki arkadaş hemen gülmeye başladılar, kendilerine has ufak bir selamlaşmanın ardından Sherlock hemen yanındaki kişiyi tanıttı:
-“Sana bahsettiğim Watson işte bu, yani Kyuhan.” Kyuhan bu gözleri parlayan kişiye hayranlıkla baktı.

-“Watson, bu da Cho Hana. Bir indie sanatçısı ve Music City’de radyo programcısı.” 

20 Kasım 2013 Çarşamba

Gaemjeong Belsoli -7.Bölüm-


Chunghee her zaman duygusal biri olmuştu.
               
Genelde –ondan önce demek daha doğru olurdu-bunu pek belli etmezdi ama hislerine ve sezgilere göre karar verip, duygularını doruklarında yaşayan biriydi. Bundan hiçbir zaman utanmamıştı da…

Onu ilk gördüğünde parktaydı, yanında 3-4 yaşlarında bir çocuk vardı. Küçük çocukla birlikte koşuyor, oynuyor ve gülüyordu. Chunghee onu ne kadar izlemişti bilmiyordu ama etkilenmesi için bu süre yeterliydi. Uzun, kahverengi saçları o hareket ettikçe dalgalanıyor, rüzgar uçuşan zülüflerindeki bahar kokusunu Chunghee’nin burnuna taşıyordu. Üzerinde kırmızı bir ceket, ince boynunda beyaz bir atkı vardı. O günü asla unutamayacaktı.

Chunghee’nin gayretleri sayesinde her şey hızlı bir şekilde gelişmiş ve yıllar süren bir birliktelikleri olmuştu Soomin ile. Her insanın özeneceği, imreneceği türden bir ilişki. Pek çok kez kavga edip ayrılmışlardı ama her defasında dönüşleri bir öncekinden güçlü olmuştu. Öylesine bağlıydılar ki birbirlerine onları tanıyan herkes “sonsuza dek” birlikte olmaya devam edeceklerinden emindi. Buna Chunghee de dahildi.

Birlikte ağlayarak, mutlu olarak, tartışarak ve severek geçirdikleri tam sekiz koca yılın ardından sanki bütün o hatıralar hiç yaşanmamış gibi sona ermişti. Öylesine sessiz ve acı verici bir ayrılıktı ki buna dayanamayacağını, öleceğini sanmıştı.

-“Gitme.” Demek istemişti. “Dur. Gitme.”
-“Beni bırakma ne olursun… Sen her şeyimsin benim… Seni kaybedersem yaşayamam. Şu koca adam halimle durmadan ağlarım, yakışır mı bana? Gitme ne olur… Hani hiç ayrılmayacaktık, hani çok seviyorduk birbirimizi? Soranlara seni anlatırken gözlerimin dolmasını istemiyorum.  Bunca zaman sonra “gitti.” Demek istemiyorum, anlıyor musun? Ya yolda karşılaşırsak bir gün ve ben yüzümü çevirmek zorunda kalırsam sen erkek arkadaşına mahçup olma diye? Ya… Ya tanımazsan beni? Ya bir de çocukların olursa yanında? Tam istediğin gibi… Bir kız bir oğlan… Hayır hayır, kötü bir şaka bu değil mi? Şimdi boynuma atlayıp sıkı sıkı sarılacak ve “Şakaydı.” Diyeceksin. Sonra ben de kızacağım sana beni böylesine korkuttuğun için… Ya da kötü bir rüya mı? Ben sensiz ne yaparım hiç düşünmüyor musun? Nereye gidiyorsun? Kim korur seni ben yokken? Çok üşürsün sen, kime derim “Bu kıza iyi bak, sıkı sarıl, üşümesin.” Diye… Ne olur… Gitme.”
Ama tek kelime etmemişti. Nefesini bile tutmuştu.
-“Neden susuyorsun? Konuşsana… Susma, bir şey söyle… Biraz olsun yardım et. Tek başıma üstesinden gelemiyorum ben bu aşkın. Sen sustukça yalnızlık çöktü üstüme… Konuş ne olursun… Gitme desene bana. Yoksa istiyor musun gitmemi? Ama ben sensiz yapamam ki… Çok mu istiyorum sanıyorsun sevdiğim adamı bırakıp gitmeyi? Ben gitmeden önce sen gitmedin mi aslında? Ama ben bitiriyorum şimdi. Gitme desen, dur desen ben yine kalırım biliyorum. Çok seviyorum çünkü. Hadi son bir şans ver bize… Dur de bana, lanet olsun de, bir şey de… Yeter ki susma böyle… Git desen bile kalırım ama sadece susma…”
Demek istemiş ama çıtı çıkmamıştı Soomin’in de.
Bu derin sessizliğin ardından söylediği tek şey “Hoşça kal.” Olmuştu.
Kapının eşiğinde son bir defa…
Son bir defa yalvaran gözlerle yıllarını harcadığı adam bakmıştı.
Chunghee tek kelime etmemişti.
Ve Soomin…
Gitmişti.

***

(RADYO)

-“Neden bu kadar uzak sanki bana mutluluk? Neden bir türlü ulaşamıyorum ona? Çevremdeki insanlar da acı çekiyor. Herkes... Ve içimde hep bir boşluk… Neyle, nasıl dolduracağım onu? Nasıl mutlu olacağım? En acısı da ne biliyor musun? Mutlu olabilecekken olamamak…”

-“Hatırlıyor musunuz bayım, size duygularınızın hepsini doruğunda yaşamayı tavsiye etmiştim. Öyle görünüyor ki dinlememişsiniz beni… Aşık olmamışsınız mesela. Daha da genellemek gerekirse mutlu etmemişsiniz insanları. Dünyanın en mutlusu mutluluğu başkalarına verendir çünkü.”

-“Bilemiyorum… Gerçekten öyle mi oluyor emin değilim… Başka insanların mutluluğu için çabalarken kendi benliğimden oluyuorum. Zaten bu dünyada ne zaman bir mutluluk parıltısı bulsam her zaman biri çıkıyor ve bunu mahvediyor.”

-“ Başkalarını mutlu etmek için değişmene gerek yok, sen olduğun sürece gerçek anlamda ve uzun süreli mutlu edebilirsin insanları. Ama sevgi her zaman ve her şeye rağmen mutlu eder insanı. Sevdikçe ve sevildikçe mutlu olursun.  Eğer bir kişi milyonlarca yıldızda bulunan bir çiçeği seviyorsa, o yıldızlara baktığında mutlu olmasına yeter bu.” (Antoine de Saint Exupery)

***

                Dünyasını ilk sarsışı işte o gülümseyişiyle olmuştu. Öylesine “o” oluyordu ki… Hana her güldüğünde Soomin’i görüyordu karşısında. Onunla konuştukça içinde bir şeyler kıpır kıpır olduğunu hissetmişti. Tam iki aydır ağlamaktan harap olmuştu ve şimdi yaralarını saracak kişi karşısındaydı. En azından Chunghee öyle olmasını umuyordu. Hana’nın ona her şeyi unutturmasını…

                Chunghee ise Hana’nın tanıdığı bütün erkeklerden ve hatta bütün insanlardan farklıydı.  Duygularını doruklarında yaşayan ve bununla gurur duyan bir insan. Aynı Hana’nın kendisi gibi. Onunla birlikteyken zaman farklı geçiyordu, daha önce birlikte olduğu kimseye benzemiyordu Chunghee. Öylesine bir güven duygusu veriyordu ki insana Hana her şeyini onun ellerine bırakmaya hazırdı. Ama bazen de…  Bazen de korkuyordu Hana. Çok korkuyordu.

                Chunghee’nin sürekli ondan bir beklentisi oluyordu. Farklı sorular soruyor, istediği cevabı alamadığında yüzündeki hayal kırıklığı net bir şekilde okunabiliyordu. Ya da onu bir yerlere –belli ki anlamı olan yerlerdi-  götürdüğünde izlenimlerinin farklı olmasını kabullenemiyordu. Yavaş yavaş daha iyi anlıyordu ki Hana, Chunghee onu Hana olarak değil de başka biri olarak görüyordu. Ve onun böyle bir şeye anlayışı yoktu. İstese de olamazdı.

-“Ben o değilim.” Dedi Hana aniden.
Sessizlik.
-“Sürekli yerine koymaya çalıştığın kişi değilim. Ben farklı biriyim.”
Sessizlik.
-“Beni bir kalıp içine koymaya çalışıp duruyorsun ama ben o değilim. Bana oymuşum gibi davranmayı kes. Hana olarak sevmiyorsan beni bitsin bu iş. İşte seninle bu kadar açık ve net konuşuyorum. Olmadığım biri yapmaya çalışıyorsun beni ve buna dayanamıyorum.”
Cevap vermemişti, verememişti Chunghee. Bu anı daha önce hatırlıyordu.
Hana onun cevap vermediğini görünce düşünmesi için onu yalnız bırakmaya karar verdi. Usulca kalktı sandalyesinden, kapıya geldiğinde bir kez daha baktı.
Chunghee ani bir haraketle kolunu tuttu, bu kez izin vermeyecekti.

-“Gitme.” Dedi Chunghee. “Dur. Gitme.”
                

19 Kasım 2013 Salı

Gaemjeong Belsoli -6.Bölüm-



-“Nasıl gidiyor?” diye sordu Jimin hevesle.
-“Harika!” diye bağırdı Hana. Ne olduğunu o da bilmiyordu ama birdenbire öylesine ilhamla dolmuştu ki son üç gündür hiç durmadan yeni şeyler üretiyordu.
-“Bu bir mucize olmalı, bir büyü…” diye mırıldandı.
                                       
                Gerçekten de her şey o kadar hızlı ilerlemişti ki çok geçmeden bütün albüm hazırdı bile. Birkaç gününü stüdyoda geçirdikten sonra albümün yayınlaması için gerekli olanlar halledilmişti. Hana için heyecan verici o gün geldiğinde eli ayağı birbirine dolaşıyordu. Ama mesai saatlerinde olduğu için albümü yayınlandığında, o sahnede gitar çalmakla meşguldü.
                Jimin ise oradan oraya koşturuyordu çünkü her zamankinin aksine bugün inanılmaz bir kalabalık vardı. Hana önce ona yardım etmeyi düşündü ama bu kadar kişi varken bir şeyler çalmamak da olmazdı. Zaten genelde yapmadığı bir şey olduğu için koşturmak Jimin’in de hoşuna gidiyordu. Kapı açılıp, Kikeun içeri girdiğinde Jimin yeni gelen bir çiftin siparişlerini almakla meşguldü.

                İçeri girdiğinde kalabalığı görünce hayret etti. O buranın sakinliğine aşık olmuştu ve şuan hiç de öyle değildi. Gerçi herkes sessizce konuşuyor, duyulan gitardan gelen melodiler oluyordu ama yine de... Boş masalardan birine ilişip insanları seyretmeye koyuldu. Onu da buraya getirmeyi ne kadar çok isterdi. Ne var ki bu imkansız görünüyordu. Fazlasıyla imkansız…
                Minyon tipli garson kızın kendisine yaklaştığını görünce arkasına yaslandı. Konuşurken dikkatle ona bakıyordu, sanki görmesi gereken çok önemli bir şey varmış gibi. Kız bunu fark edince biraz rahatsız oldu, o da hemen utanarak bakışlarını çevirdi. Yine bir kahve istedi, buraya bir şeyler yemek için gelmiyordu ki o… Sadece her zaman bulunduğu ortamlardan kaçmak için gelmişti.
                Sahnedeki kız, Joah şarkısını söylüyordu. O da bu şarkıyı çok severdi, üç ay öncesine kadar da onu inanılmaz mutlu ederdi ama şimdi sadece geçmişi hatırlatıyor ve ona acı vermekten başka bir işe yaramıyordu. Kızın sesi de o kadar etkileyiciydi ki her notada daha fazla canı yanıyordu. Yine gözleri dolmuştu işte! İki aydır sürekli ağlıyordu ve artık nefret etmişti hiç durmadan sulanan gözlerinden.
                Kapıldığı duygu seli içini dökmek istemesine neden olmuştu ve bunu yapmanın tek yolu her zamanki gibi yazmaktı. O da kalemini kağıdını çıkarıp yazmaya koyuldu. Kalem kağıdın üstünde kayıp gidiyor ama hiçbir şekilde düşüncelerinin hızına yetişemiyordu. Bileği ağrıyor, gücü tükeniyor ama içindeki sesler bir türlü susmak bilmiyordu.
                Parmakları yazamaz hale gelince bıraktı, hava kararmış, mekan boşalmaya başlamıştı. Yazdıklarını gözden geçirirken insan sayısı iyice azaldı ve onun sevdiği, o asude hale geldi. Gitar çalan kız ise yorulan sesini dinlendirmek ve aynı zamanda diğer kıza da yardım etmek için garsonluk yapıyordu. Hesabı istemek için çağırdığında çok güzel bir kız olduğunu gördü hayretle. Hem güzel hem de yetenekli bir kız nasıl olmuştu da ipini koparanın ünlü olduğu bu ülkede bir garson olarak kalmıştı?
-“Sesin çok güzel bu arada.” Dedi.
-“Teşekkür ederim.”
-“Kendi şarkılarını da söylüyor musun?” diye sordum bir anda yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Başının döndüğünü hissetti. Bu gülüş…
-“Evet ama bir şirkete bağlı olarak değil, indie müzik yapıyorum ben.” Dedi.
-“Gerçekten mi? Albümün var mı? Adı ne? Belki duymuşumdur.”
-“Sanmıyorum ama…” dedi gülümsemesinden bir şey kaybetmeden. “Daha bugün yeni bir albüm yayınladım, ismi “Autumn” bundan önceki albümümün adı ise “Wake Up” idi.
-“Gerçekten de duymamışım.” Dedi o da gülerek. “Peki adın ne?”
-“Cho Hana.” Dedi. “Ama şarkı söylerken bu ismi kullanmıyorum.”

***

(RADYO)

-“Daha önce demiştim, arkadaşımın olmadığını ve bu yüzden de kitaplara sığındığımı… Ta ki onunla tanışana kadar… O zaman dek, Into the Wild (2007) filmindeki  o repliğin benim için söylendiğini sanıyordum. ‘Aradığı dostluğu belki de sevdiği kitaplarda bularak yalnızlığın kollarında yürümek istemişti.’”

-“Nasıl oldu?”

-“İlk defa lisede karşılaştık, tamamen şans eseriydi.”

-“En derin dostluklar genelde şans eseri buluşmalardan doğarmış.” (Shichinin no Samurai 1954)

-“En azından benim için öyle olmuştu. Herkes bana bir ucubeymişim gibi davranırken o beni korudu. Kendimi onun yanındayken güvende hissederdim. Bana neden böyle bir iyilik yapıyordu bilmiyordum ama çok geçmeden hayatımdaki en çok saygı duyduğum insana dönüşüvermişti. Benden iki yaş büyüktü ama diğerlerinin aksine, sanki aramızda onlarca yaş varmış gibi hissettirirdi. Sadece ben değil herkes saygı duyardı ona, müthiş bir aurası ve insanları etki altına alan bir karizması vardı. Bazen onu kıskanmıyor değildim ama bu ona olan sevgimde en ufak bir değişme olduğu anlamına gelmezdi. O ise benim sessiz, içe dönük halimi seviyordu. ‘Sana sessiz kalma yeteneği bahşedilmiş Watson, bu da seni çok değerli bir dosta dönüştürüyor.’ Derdi. (Sherlock Holmes 2009) Ben de gülerdim, dışarıdan bakıldığında, kişilik olarak Sherlock olan benim gibi gözükse de, onun içinde yatan Holmes’u da yalnız ben biliyordum. Benden zeki olmamasına rağmen benden daha başarılı olmuştu, her zaman. En iyi arkadaşım ve en büyük rakibimdi. Onu geçmek için nasıl çırpınırdım… Ve bunu başardığımda ise bana gülümser ‘İyi iş çıkardın.’ Derdi. Bu en kötüsüydü, onun yüceliği karşısında ezilirdim.”

-“ Bu bana Oscar Wilde’in bir sözünü hatırlattı: Bir dostun üzüntüsüne acı duyabilirsin, bu kolaydır ama başarısına sempati duymak sağlam bir karakter gerektir.”

-“Hem de öylesine sağlam bir karakteri vardı ki… Grçekten inanılmaz bir insandır. Ne zaman hayat zor gelse elimden tutan kişidir o… Bir defasında ona insanların vefasızlığından dert yanmıştım. Sanki ben yadsıdığım o insanlardan çok farklıymışım gibi… ‘Gülersen bütün dünya seninle birlikte güler, ağlarsan tak başına ağlarsın.’ (Oldboy 2003) Demişti. Ve ben onun bunu söylemesine neden olan şeyi anlamak için gözlerine baktığımda saf acı görmüştüm, katıksız… O zaman fark etmiştim onun da bir insan olduğunu… Onun da her zaman gelecekten umutlu ya da hayata karşı güçlü olmadığını… Pes etmiş görünüyor, ‘Burada kendimizi mahvetmek, kalplerimizi kırmak, yanlış insanları sevmek ve ölmek için bulunuyoruz,’ (Moonstruck 1987) Diyordu. Ve ne kadar bencil olduğumu görmüştüm o gözlerde. Bir kez olsun onun yaşadıkları üzerinde düşünmemiştim. Değiştim o günden sonra ama geçmişteki beni silemezdim. Yine de zamanla onun da beni bir dert ortağı olarak görmesini sağladım. Sanki bu benim ona olan borcumu ödeme şeklim gibiydi. Bununla birlikte her zaman benden bir adım önde olmaya devam etmiştir. Ama artık bu beni mutlu ediyor çünkü yaslanabileceğim doğru insanın o olduğunu ve onun da çok sağlam olduğunu biliyorum.”

***


-“Şimdi ne yapacaksın? İşin yoksa birlikte bir kahve içelim mi?” diye sormuştu mesai bitiminde Kikeun Hana’ya. Jimin uzaktan onları izliyordu, sesleri hayal meyal da olsa ona ulaşıyordu. Hana yanına gelmiş, çıkışta bir planları olup olmadığını sormuştu.
-“Yok canım, sen keyfine bak.” Demişti Jimin de ama içten içe rahatsız olmuştu.
-“Sorun ne?” diye sordu Hana, tabi ki bir şey olduğunu anlamıştı.
-“Onunla ilk kez tanışıyorsun ve şimdi bir yere gideceksin. Bu güvenli mi?”
-“Bu kadar evhamlı olma.” Dedi Hana gülerek, Jimin’in omzuna dokunup. Sonra sekerek masaya döndü ve iyi(!) haberi Kikeun’a verdi. Beş dakika sonra çıkıp gittiler ve Jimin sadece boş boş baktı.


-“Başka neler yaparak geçiriyorsun vaktini?”
-“Kitap okumaya bayılırım.” Dedi Hana gülerek. O her güldüğünde içinden bir şeyler koptuğunu hissediyordu. Bu gülüş onun gülüşüydü. Her güldüğünda Hana, “o” oluyordu.

Bir süre bu konu üzerinde gidip geldiler, sonra başka bir konuya geçtiler, oradan oraya derken vaktin nasıl geçtiğini fark edememişlerdi bile. Ayrılmadan önce:
-“Çok farklısın.” Dedi Hana. Gerçektenden o, daha önce tanıdığı hiçbir insana benzemiyordu.
-“Sense çok özelsin.” Bir gülüşü için her şeyi feda etmeye hazırdı. Elini Hana’nın saçına doğru uzattı ve dokunmadan önce sordu:
-“Sen ‘o’ musun?” Sonra cevabı beklemeden hafifçe okşadı kızın yumuşacık saçlarını.
-“Ben Hana’yım, bir ve tek olan…” Diye cevap verdi Hana. “Peki ya sen kimsin?”
-“Adım ‘doğruluk’ ve bundan her zaman emin olabilirsin.”
-“Chung Hee.” Diye tekrar etti Hana. “Adını unutsam bile bu sözünü unutmayacağım.”

17 Kasım 2013 Pazar

İstanbul'da Sonbahar -One Shot 2. Kısım-



               Karşısında Eylül duruyordu. Gözlerini ovuşturarak kolundaki saate baktı. Saat beşti!

               -“İyi misin sen? Saat beş! Bu saatte dışarı çıkılır mı? Hem bu soğukta bu ne hal? Soğuktan dudakların morarmış. Al, giy şunu.” diyerek üzerindeki gri yün hırkayı çıkarıp arkadaşına verdi Asude. Boş bakışlarla ona bakıp hırkayı giymekle meşgul olan arkadaşından bir müddet cevap bekledikten sonra pes edip üzerine başka bir hırka geçirdi ve aşağı yukarı bir metre yükseklikteki pencereden atlayıp arkadaşıyla yürümeye başladı.

               “Görkemli Boğaz Köprüsü’nün ardından yavaş yavaş kendini göstermekte olan parlak topun ışığı insanın gözlerini kamaştırıyordu.” İki arkadaş yürürken bir yandan da yine okudukları kitaplar hakkında konuşuyorlar, kimi zaman da kendilerini pek derin olmayan tartışmalarda buluyorlardı. Hayata bakış açıları çok farklıydı. Eylül karamsar, bardağın dolu tarafından ziyade boş tarafıyla ilgilenen biri olduğu için Asude’nin gereksiz iyimserliği onu çileden çıkarırdı. Onun nasıl en ufak şeylerle bile mutlu olabildiğini anlayamıyordu. Aslında onun bu yönüne imrenmiyor da değildi. Hatta o bütünüyle Asude’ye imreniyordu. Ona kitapları sevdiren kişi oydu ama nasıl olduysa artık kendisinden bile fazla okuyordu. Kalemi de kuvvetliydi. İnsanlarla iyi anlaşırdı, kendisinin aksine oldukça geniş bir çevreye de sahipti. Eylül çekingendi, pek arkadaşı yoktu. Eylül, Asude gibi olmak istiyordu. Onu kendisine örnek alıyordu.


               Yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler… Artık yürüyecek yol kalmamıştı. Bir tepedeydiler. Güneş tamamen kendini göstermişti. Aşağıda hırçın dalgalar kayaları dövüyor, yukarıda ise tek bir bulut bile olmayan masmavi gökyüzünde martılar sürü halinde oradan oraya uçuşup yiyecek bir şeyler arıyordu. Uzaktan, açılan dükkan kepenklerinin belli belirsiz sesi geliyordu. Mahallenin yaşlı amcaları sabahın erken saatlerinde kıraathaneye doluşmuş olacak ki birbirlerine çarpan okey taşlarının sesi bu tepeden bile işitilebiliyordu. Çocuklar fırından yeni çıkmış ekmeklerin ucunu ısırıp sıcak ekmekler gövdelerini yakmasına rağmen onlara sıkı sıkıya sarılmışlardı. Ekmek taşıyan çocukların ağabey ablalarından şanslı olanlar okula gidiyor, diğerleri ise ya çırak olarak çalışıyor ya da evde oturup çeyiz hazırlıyordu. 1983 senesinin Kasım ayının 7’si İstanbul’da işte böyle başlamıştı…

               İki arkadaş bağdaş kurup bu büyülü şehri izlerlerken sessizliği bozan Eylül oldu,

               -“Beni seviyor musun?”

               -“Nasıl soru bu?” dedi Asude, bu beklenmedik soru karşısında afallamıştı. Böyle konulardan pek bahsetmezlerdi. Birbirlerini sevdiklerinden emindiler ama bunu dile getirme gereği duymazlardı. Hem birine onu sevdiğini sözlerinle değil, hareketlerinle anlatmalıydın. Yoksa ne anlamı kalırdı ki sevmenin, sevilmenin?

               -“Soru işte. Sen cevap ver bakalım. Seviyor musun, sevmiyor musun?”

               -“Kalp mi insana sev diyen yoksa yalnızlık mı körükleyen? Sahi nedir sevmek; bir muma ateş olmak mı yoksa yanan ateşe dokunmak mı? (Şems-i Tebrizi)"

               -“Evet, yalnızlığımdan bezmiştim. Ondan açtım sana kollarımı. Kusursuz dost arayan dostsuz kalırmış, bunu öğretti bana yaşadıklarım. Yıllarca aradığım dostu bekledim, bekledim, bekledim… Yalnızca beklemekle yetindim. O hiç gelmedi… Hiçbir zaman karşılaşamadım onunla. Benimle dost olacak kişi belliydi. Çok okuyacaktı, yazmayı sevecekti, düşünecekti, sorgulayacaktı, beni sevecekti, benim gibi düşünüp olayları benim baktığım açıyla bakacaktı... Onu bulamadığıma göre demek ki dünyada yoktu öyle biri, kaderime razı olmalıydım. Artık bıkmıştım yalnızlıktan… ‘Ben bana yeterim, dosta ne hacet!’ demeye başladım kendime.

               Fakat bir gün karşıma sen çıktın. Başta önemsemedim seni, senin de aradığım kişi olmadığını düşündüm. Yanılmamıştım aslında. Aradığım kişi sen de değildin ama seni aradığım kişi yapan bendim. Seni kitaplarla tanıştırdım, sana yazmayı sevdirdim, düşünmeyi öğrettim, sorgulamayı öğrettim… Artık o aradığım “kusursuz” dosta dönüşmüştün. Ben dostluğumuz için çok emek harcadım. Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti… (Selvi Boylum Al Yazmalım 1977) Seni seviyorum, benim mükemmel dostum…”

               -“Mükemmeli bekleme, gelmez. Mükemmeli bekleyen sen bile mükemmel değilsin ki! Benim mükemmel olduğumu da sanma! Değilim. Çünkü hepimiz insanız. İnsanı insan yapan kusurları değil midir zaten? Kusursuz olsaydık Tanrı’dan ne farkımız kalırdı? İnsan insanı kusurlarıyla sevmeli. Seni seviyorum. Kusurlarınla, günahlarınla, iyi kötü her yönünle seviyorum. Çünkü ben ‘seni’ seviyorum. Her şeyinle ‘seni’…”

               -“Bu sevgi ne zamana kadar sürer dersin peki? 30 yıl sonra da aynı duyguları hisseder miyiz acaba?”

               -“Saçmalıyorsun Eylül. 30, 40, 50… Kaç yıl geçerse geçsin dost kalacağız. Bizi kimse ayıramayacak. Ölünceye kadar beraber olacağız.”

               -“Ölüm! Kendi ağzınla söyledin işte, ölünceye kadar… Ölüm ayıracak bizi! Korkuyorum. Ölmekten korkmuyorum, senden ayrılmaktan korkuyorum. Diyelim ki 90 yaşına kadar yaşadım, peki ya sen? Yokluğuna alışamam ki… Beraber ölebilseydik keşke. O zaman ne sen benim yokluğumu hissederdin, ne de ben senin. Kim bilir, belki de cennette buluşurduk yine…”

               -“Şu dünyada yaşamış milyarlarca insandan hangisi ölmemiş ki biz ölmeyelim? Hepimiz öleceğiz. Mesele uzun yaşamakta değil, dolu dolu yaşamakta. Bir dünyanın ömrüne bak, bir de bizimkine! Bu kısacık ömrü ayrılıktan korkarak geçirmek sana da anlamsız gelmiyor mu? Hiç ölmeyecekmiş, sevdiklerimizden hiç ayrılmayacakmış gibi yaşamalıyız! Çünkü hayattan ancak böylelikle zevk alabiliriz.”

***

               Aklına gelen bu gençlik anılarına gülümsedi. O gün Eylül’e söylediği gibi mi yaşamıştı acaba? Pek sanmıyordu… Zaten böyle şeyler hep lafta kalırdı, uygulamaya geçirilmezdi. Bir yandan gençlik anılarını tazelerken bir yandan da o zamanlar oturdukları sokağa bakıp “İstanbul ne kadar da değişmiş…” diye düşünüyordu. İki katlı evlerinin olduğu yerde yeni yapılmış ihtişamlı bir apartman vardı şimdi. Yıllarca kaldırımlarını aşındırdığı bu sokağı tanıyamıyordu artık.

               Yürüdü, yürüdü, yürüdü… O gün Eylül’le yürüdükleri o sokaklardan geçti. O tepeye vardı en sonunda. Sokakların aksine o tepe olduğu gibi duruyordu. Etrafına bakındı. Kimse yoktu. Yere oturdu ve başını gökyüzüne çevirip uçuşan martıları izledi. Her şey o günkü gibiydi. Tek eksik Eylül ve o eski İstanbul’du…

               Yarım saat kadar bekledi. Ne gelen vardı, ne de giden… En sonunda beklemekten vazgeçti ve ayağa kalktı. Siyah pantolonunu ve mantosunu eliyle temizleyerek cebinden dörde katlanmış beyaz bir kâğıt çıkarttı. Boğazını temizledi ve kâğıdı açıp gür bir sesle okumaya başladı.

              Sevgili Eylül,



               Bu gün 6 Kasım 2013. O günün üzerinden tam 29 yıl ve 364 gün geçti… 47 yaşında, iki çocuk annesi bir avukatım şimdi. Mutlu bir evliliğim var. Sana her zaman hiç evlenmeyeceğimi ve çocuk yapmayacağımı söylerdim, hatırlıyor musun? Sen de her defasında gülerek “Yıllar sonra çocuklarını kucağına aldığında bu sözlerini hatırlatacağım.” derdin. Çocuklarımı kucağıma aldığımda yanımda sen yoktun ama bu söz hep aklımdaydı. Bana hiçbir zaman büyük konuşmamam gerektiğini öğreten olaylardan biriydi bu.



               Yıllar beni öylesine yıprattı ki… Aynalardan nefret eder oldum artık. Çökmüş gözaltları, kırışık bir alın, beyazlamaya başlamış saçlar… Aynadaki yansımamın ben olduğuna inanamıyorum çoğu zaman. Ben hâlâ 17 yaşındayım. Zaman çok şeyi değiştirse de kişiliğimi değiştirmedi.  



               O gün tepede konuştuklarımızı düşünüyorum bazen… Dostluğumuzun ölünceye kadar devam edeceğini söylemiştim. Yanılmışım… 19 yaşındayken o gün o kavgayı çıkaran bendim. “Demek ki aradığın kişi ben de değilmişim, yanılmışsın… Öyleyse bitsin bu dostluk sandığımız ilişki. Hem sen mutlu olursun, hem de ben!” diyen de bendim. Üstelik kavganın tek nedeni bana söylediğin ufak bir yalandı. Sadece bir yalan! Bir yalan için yılların dostluğunu bir çırpıda nasıl silebildiğime kendim de inanamıyorum şimdi. O olaydan 5 yıl sonra sana bir gece ansızın aklıma geldin. Sana ulaşmak istedim. Ertesi sabah erkenden evinize gittim. Kapıyı 30’lu yaşlarda bir bayan açtı. Sizin taşındığınızı, onların bu evin yeni sahibi olduğunu ve nereye taşındığınızı bilmediğini söyledi. Sonraki birkaç yılı seni aramakla geçirdim ama nafile. Yer yarılmıştı da yerin dibine girmiştin sanki. Seni bulabilseydim o mahvettiğim dostluğumuza kaldığımız yerden devam etmeyi istemeyecektim elbette. İstediğim tek şey adam akıllı özür dileyebilmekti, o kadar.



               O gün tepeden ayrılırken bana söylediğin şeyi hatırlıyor musun? “30 yıl sonra bu gün, bu saatte bu tepeye gel. Eğer hayattaysam orada olacağıma emin olabilirsin. Belki de dostluğumuz o zamana kadar devam eder, ne dersin? Kim bilir, belki de hayatın bize sunduğu yol ayrımları ayırır bizi…” Yarın erkenden o tepeye gideceğim. Sen de bana olan kızgınlığını bir kenara atıp gelecek misin, çok merak ediyorum. Eğer gelirsen sana sormak istediğim, anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki! Aradan geçen yıllarda yaşadığım her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmak istiyorum sana. Senin de bana anlatacağın şeyler vardır muhakkak. Sabaha kadar her şeyi dinlemek istiyorum. Lütfen gel, lütfen…



               En büyük korkum da ne biliyor musun? Ya öldüysen! Ya senden özür dileyemeden öldüysen! O zaman ne yaparım ben? Bu vicdan azabıyla yaşamaya nasıl devam edebilirim? Lütfen ölmemiş ol, lütfen  gel…



                                                                                                                           Seni seviyorum.

               Mektubun sonlarına doğru gözyaşlarını tutamadı Asude. Yanaklarından süzülen gözyaşları elindeki kâğıdı ıslatmıştı. Kâğıdı tekrar katlayarak cebine koydu. Elinin tersiyle gözyaşlarını silip burnunu çekerek “Demek ki buraya kadarmış…” dedi. Gözlerini Boğaz’a çevirdi ve kızarmış gözleriyle şehri izlemeye koyuldu.

               -“Geri zekâlı!”

               Asude başını sesin geldiği yöne çevirdi.

               -“Geri zekâlısın sen!”

               Asude karşısındakinin kim olduğunu çıkartamıyordu.

               -“Nasıl gelmeyeceğimi düşünürsün! Aptal!”

               Asude başından aşağı kaynar suların döküldüğünü sandı. Karşısındaki Eylül’dü işte! Beyazla karışık sarı saçlar, mavi gözler, kırmızı dudaklar! Zaman onu da değiştirmişti elbette. Hâlâ eskisi kadar güzeldi ama yaşlanmıştı… Kırışık bir yüz, çökmüş gözaltları… Karşısında neredeyse 30 yıldır görmediği dostu, can yoldaşı, arkadaşı, ablası, annesi, kısacası her şeyi duruyordu. İsmini haykırarak ona koşup Eylül’ü kucakladı Asude.

               -“Sen bir şey söylemeden gidersin, değil mi? Hem de öyle bir gidersin ki; bırak yaşamayı insanın nefes alması bile yarım kalır. (İncir Reçeli 2011)” dedi Eylül.

               -“Seni çok aradım. Ama sen-“ Eylül onun sözünü bitirmesine fırsat vermemişti.

               -“Biliyorum. Dinledim mektubunu. Bir gün seni gördüm aslında ben. Birkaç yıl önceydi, geceyarısında, bir barda… Başta sen olduğunu anlayamadım. Tanıdık geliyordun ama birine benzettiğimi düşünüyordum. Sonra bir adam –sanırım eşindi- ‘Asude!’ diye seslendi. Sen de dönüp baktın ve gülümsedin. O zaman emin oldum, o sendin.”

               -“Neden yanıma gelmedin?! Neden konuşmadın benimle?! İnanamıyorum. Sana bu kadar yakınken nasıl göremedim seni?!”

               -“Korktum. Beni terslemenden korktum. Ağlayarak çıktım hemen o mekândan. Bir daha da adımımı atmadım. Senden nefret etmiyordum, sana kızgın da değildim. Hissettiğim tek şey korkuydu. Bana olan güvenin sarsılmış olmalıydı. Beni affetmeyebilirdin. İkinci bir şans tanımayabilirdin bana.”

               -“Sen de aptalsın! En az benim kadar aptalsın! Neyse, geçmişte kaldı artık her şey. Yeni bir sayfa açacağız seninle. Akşam bize gelsene. Seni eşimle tanıştırmalıyım. Hoşsohbet bir insandır, tanıştığın zaman çok seveceksin onu. Bizim oğlanlarla tanışırsın sonra. Küçüğü 17 yaşında, büyüğü 23. Koca adam oldular, zamanın nasıl bu kadar çabuk geçtiğini anlamıyorum… Biraz da sen anlat bakalım. Evlendin mi? Çocukların var mı? Mesleğin ne? Aman Allah’ım! Sanki bir dost değil de bir yabancı duruyor karşımda. Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum ki ben… Olsun, her şeyi anlatacağız birbirimize. Daha önümüzde uzun yıllar var. Geçmişin acısını çıkarmamıza yetecek kadar uzun yıllar...”

               -“Asude… Seni seviyorum benim mükemmel dostum...”

               Asude gülümseyerek Eylül’ün elini tuttu ve yürümeye başladılar. Dostluklarını zamanın tozlu raflarından indirmişlerdi artık. Gençlik yıllarının geçtiği bu sokaklarda ağır ağır gözden kayboldular…