14 Aralık 2013 Cumartesi

Gaemjeong Belsoli -15.Bölüm- (Final)



"Hayat bu; her şey bir anda son bulur.
Hayat bu; son dediğin an her şey yeniden son bulur."
(Seneca)



“Evet sayın dinleyicilerim… Bugün benim için çok özel bir gün. Bundan tam on yıl önce bugün TVXQ, Hug şarkısıyla resmi olarak çıkışını yaptı ve yıllar boyu sürecek bir krallık için gün yüzüne çıktılar. Aynı zamanda bugün en iyi arkadaşımla tanıştım ve TVXQ onuncu yılını kutlarken biz de onuncu yılımızı kutluyoruz. Ayrıca bugün yanımda özel bir misafirim de var. Size bildiği birkaç hikayeyi anlatacak biri. Lütfen kendini tanıt.”

“Merhaba. Hepinize iyi akşamlar. Ben… Şimdiye kadar bana pek çok isim taktılar. Bunlardan biri ise “Jocha.”  Ve bugün size inanması güç ama gerçek bir radyo hikayesi anlatacağım. Ve bunu dinledikten sonra dikkat edeceksiniz. Çünkü eğer şanslıysanız, hayatınızda bir kere, hayatınızı önce ve sonra diye ayırabileceğiniz biri ile tanışacaksınız. (My Sassy Girl 2008)"

***

Yazarın Notu: Her ne kadar bu insanlar hayatlarının sonuna gelmemiş olsalar da biz onların hayatlarının bir bölümünden bahsettiğimiz bu hikayenin sonuna geldik. Her ne kadar anlatımın akışını durdurarak okuyucuya bilgi vermek teknik yönden kusur sayılsa da okuyucunun merakının tatmin etmek için bu eksikliğin olmasına göz yumacağız.


Jinyoung ve Jimin uzun süre kaybolan geçmişlerinin peşinde koştular. Ne var ki Jinyoung’un hafızası hiçbir zaman geri gelmedi. Onu terk edişinin nedeni de Jinyoung’un hafızasının bir bölümü gibi sonsuza dek silinip gitmişti. Zaten en sonunda herkes bunun nedenini sorgulamayı bıraktı çünkü dediğimiz gibi önemli olan nedenler değil sonuçlardı. Ve çok fazla acı çekilmiş olsa bile sonuçta mutluluk gelmişti.
Daha sonra geçmişi bir kenara koyup birlikte hatırlanacak daha güzel anılar yaşadılar. Jimin hiç şikayet etmeden geçmişi ikisinin yerine de hatırladı. Yaklaşık kırk yıl sonra Jimin kalıtımında olduğu için alzheimer a yakalandığında, bu sefer rolleri değiştirdiler. Jinyoung hiç pes etmeden her gün ona kendi hikayelerini anlattı, her gün yeniden başladılar.

Chunghee ve Soomin ise bir kere yaşadıkları bu ayrılıktan yeterince ders almışlar ve birbirleri olmadan yaşamayacaklarını anlamışlardı. Bunu böylesine derinden hisseden her yetişkin yapacağı gibi bir gün kağıt üzerinde de birliktiklerini resmileştirdiler. Gelin görün ki bundan sonra da pek çok kez kavga ettiler ama hiçbir zaman biri diğerini terk etmedi. Ayrı geçirdikleri o zamanları hatırladılar ve böylece her dönüşleri bir öncekinden güçlü oldu.

Hana ve Kyuhan’a gelince… Uzun süre aralarındaki “radyo” hikayesinden sonra arkadaşları arasında dalga konusu oldular. Üç yıl birlikte geçirdikten sonra evlendiler ve söz konusu “radyo” evin baş köşesine yerleştirildi. İki yıl sonra oğulları olduğunda ise herkes radyonun akıbetinin ne olacağı anlamış oldu.
Hana, Jimin ile birlikte uzun yıllar radyo programını yapmaya devam etti. Ve Hana çocuğu olacağına öğrenene kadar da şarkı söylemeye… Kyuhan ona uğur getirmişti birlikteliklerinin ilk yılında çıkardığı albüm her zamankinden fazla sattı. Kırk iki yaşında gelince hayal ettiği gibi bir kitap yazdı. Kyuhan ise resim yapmayı bir daha asla bırakmadı ve yıllar boyunca Hana’yı model olarak kullanmaya devam etti. İşini geri plana atıp hayatını yaşamayı ve mutluluğun varılacak bir yer olmadığını, sona doğru giderken seçilecek bir yol olduğunu öğrendi.

Jimin ve Hana arkadaşlıklarının yirminci, otuzuncu ve son olarak kırkıncı yılını birlikte kutladılar. Kyuhan ve Chunghee de ölene kadar Sherlock ve Watson olarak kaldılar.


Yazarın Notu: Böylesine mutlu sonların gerçek hayatta olmadığını hepimiz biliyorum ama ne önemi var? Şimdi, sonun nasıl olacağı bizim elimizdeyken neden her şeyi kötü bitirelim? Hepimizin hayatında mutlu sonlar olması dileğiyle… Ne de olsa "Yaşamda birden çok son vardır." (Waterworld 1995)

the end


13 Aralık 2013 Cuma

Thug Life!


-"Mallarımız sendeymiş diye duydum Jiyoon-ah."
-"Velev ki öyle oppa."
-"Bir dongsaeng ve hoobae olarak, haddini bilmelisin Jiyoon-ah."
-"Öyle mi dersin sunbaennim."
-"Cidden..."

Junhyung, Jiyoon'un boğazına yapışmıştı. Gevşekçe tutuyordu aslında, amacı göz dağı vermekti. Fakat, bir anda, Jiyoon gözlerini Junhyung'un gözlerine sabitledi. Gözlerini kaçıran, kaybederdi.

-"Oppa, bakıyorum da güçten düşmüşsün son zamanlarda. Hatırlıyorum da, eskiden parmakların boynumu kıracak kadar güçlüydü."
-"Beni zorlama Jiyoon. Ver şunları artık."
-"Bende değil."
-"Şakayı kes."
-"Ciddiyim Junhyung. Bende değil. Git tüm mekanı ara."

Junhyung ellerini Jiyoon'un boğazından çekti. "Sana inanıyorum Jiyoon. Ama... Eğer beni kandırmaya çalışırsan... " Derin bir iç çekiş sesi, bulundukları depoya yayıldı. İkisi de sesin geldiği yöne doğru döndüler istemsizce. "Junhyung-ah! Seni burada görmek oldukça şaşırtıcı, ha?", "Anneciğim..." İkisinde seslerindeki ima son derece rahatsız ediciydi. "Beni özledin mi yoksa?" Jiyoon, Junhyung'a dur dercesine bakıyordu şimdi. Junhyung aldırmadan yapmacık bir saygıyla başındaki fötr şapkayı çıkardı, arkasını döndü ve dengeli ve güçlü adımlarla depodan çıktı.

-"Ne işi vardı onun burada Jiyoon?"
-"Mallar için gelmiş. Geçen gün çaldıkların için sanırım."
-"Ona burada olduklarını söylemek gibi bir aptallık etmedin değil mi?"
-"Hayır anne. Tabii ki hayır."

***

-"Gidelim Jiyoon... Bizi bulamaz. Hem... Jiyoung denilen şu adam... Bana iş teklif etti."
Junhyung fısıldıyordu. Sesindeki arzuyu anında hissediyordunuz.
-"Nasıl Junhyung? Bu kadın, benim gerçek annem. Nasıl olur da onu terk ederim?!"
-"Bütün hayatın boyunca bu kadından, pardon, annenden işkence çekmeye razısın öyleyse."
-"O benim annem...Onu bırakamam."
-"Ama her zaman yanında olmuş beni bırakabilirsin? Hadi Jiyoon!"
Jiyoon gözlerini yere indirdi. Sadece 14 yaşındaydı. Böyle "maceralar" için çok küçüktü daha. 
Bir süre sessiz kaldılar. En sonunda Junhyung yılmış bir ifadeyle, "Gelmiyorsun değil mi?" dedi. Jiyoon cevap vermedi. Uzunca bir süre, Junhyung'u hiç görmemişti bile. Fakat, 7 yıl sonra, bir anda ortaya çıkmıştı. Hem de yeraltının en genç efendilerinden biri olarak. Kimse geçmişini, nereden geldiğini bilmiyordu, çünkü tüm geçmişi o gün, o evde, o teklifte ve Jiyoon'un reddedişinde kilitli kalmıştı. 

***

Saat sabaha karşı dörttü. Günlerden 14 Ocak, havada yıkıp geçen bir soğuk, sokağın ortasında bir Jiyoon... Ve "pat, pat" ayak sesleri. 

-"Neden geldin?"
-"Mallar depoda."
-"Sana inandığımı mı sandın Jiyoon? Adamlarım şuan sizin depoyu boşalttı bile. Buraya kadar zahmet etmene hiç gerek yoktu."
Jiyoon şaşırmıştı. 
-"Çok değişmişsin Junhyung-ah..."
Gözleri dolmuştu belki soğuktan belki de karşısında duran adamın kabinin soğukluğundan...
-"Değiştim."
Tek bir kelime... Jiyoon bu tek kelimenin, Junhyung'un dudaklarının arasından bir dumanla çıkışına dalıp gitmişti... Bu esnada Junhyung çoktan arkasını dönmüş, gidiyordu bile. Fakat içi içini yiyordu. Jiyoon'un gözlerinin dolduğunu kaç kez görmüştü ki? Bir mi? İki mi? Çok güçlü bir kızdı Jiyoon ve asla başkalarının önünde ağlamazdı. En sonunda dayanamadı arkasını döndü. Jiyoon'un orada olmadığını biliyordu ama bir kez, hayatında bir kez, bir şeye inanmayı istemişti. Tıpkı o günkü gibi bastırılmış bir şevkle topuklarının üzerinde tam doksan derece döndü. Onun hemen arkasından gelen bir siluet gördü ilk olarak, sonra teker teker yüzünü, ellerini seçmeye başladı. Konuşmadılar. Öylece, birbirlerinin gözlerinin içlerine bakarak kaldılar... Güneş doğdu, battı, doğdu ve yeniden battı... Sırf o ikisi için. Olmayacak bir sonsuzluğun tesellisi için...

-"Bu kez... benimle gel Jiyoon."

Junhyung ellerini uzatmıştı şimdi. Jiyoon, 7 yıl öncesiyle neredeyse birebir aynı olan o ellere baktı. Ellerini kaldırır gibi oldu. Bir dakika sonra, bir kadın ve bir erkek silueti, ufka doğru yürümeye başladılar. Beş dakika sonra, bir silah sesi kuşların kaçışmasına sebep oldu. Yerde kanlar içinde yatan bir kadın ve tam karşısında öfkeyle duran bir adam. Gözlerinden çocukken yaşadığı cinsel tacizlerin acıları birbir geçerken, yaşadığı hayata tüm sövüşüyle orada, elinde silahıyla düşünüyordu... "Sıra sende anne."

Gaemjeong Belsoli -14.Bölüm-

Yazarın Notu: Bu herhangi bir şeyin sonu değildir. 
Ama en başından beri bahsettiğimiz iki insan için önemli bir şeylerin başlangıcıdır.


Senin soğuk ellerin,  titreyen dudakların…
Hiçbir şey olmamış gibi katlanıyorsun buna.

Biriyle eski günler hakkında konuşmaktan korkuyor musun?
Konuşmak istediğin sözleri yutkunmak için kendini zorlamaktan…

Karanlık gökyüzünü terk etmeyen yıldızlar gibi,

Aşkın bağlılığıyla sonsuza kadar beraber olmak…
Eğer ben o kişi olabilseydim,

Senin katı kalbini, tükenmeyen bir sıcaklıkla kucaklardım...

Gerçeğe karşı koyduktan sonra, kalbin acı içinde olsa bile,
Her gözyaşının sonunda, bir ışık vardır; karanlığı aydınlatan ve zamana akan.
Durmuş olan dayanılmaz kalbin içinde,
Biz bu sıcaklıkla birbirimizi hissedebiliriz…

Herkesin sahip olduğu yaralar ve yakınmalar,
Herkes onları kucaklamak, benimsemek için bir yer arıyor.
Ben sadece bir kişi için, sadece senin için,
Güzel dünyanın bir parçası olacağım.

Yalnız, dünyanın sonunda; kalbim,
Terk edilirsen, yalnız bırakılırsan; korkma…
Çok uzun bir zaman oldu; hadi aşkımı anla…
Bunu koruyacağım; biliyorsun… Aşk şüphesizdir;

Hadi…
Aşkımı anla…




***

-“Öncelikle… Sapıkça göründüğünü biliyorum ama gerçekten öyle değil.” Dedi Kyuhan, kendini ancak toparlayabilmişti.
-“Sen gelene kadar düşündüm. Pek çok mantıklı açıklaması olabilir ama yine de korkunç görünüyor. Chunghee mi istedi?”
-“Açıklayacağım ama önce sakin ol. Otur, sana bir çay yapayım.”

Hana başıyla onayladı. Eğer daha önce Kyuhan’la pek çok anı paylaşmamış olsalardı tek yapacağı koşarak gitmek olurdu ama bu sefer sezgileri ona güvenmesini söylüyordu.

                Çok geçmeden Kyuhan elinde iki bardakla döndü. Karşısına geçtikten sonra:
-“Bana Chunghee’den bahset.” Dedi.
-“Açıklama yapacağını sanıyordum.”
-“Yapacağım ama konunun onunla da ilgisi var. Hem bir düşünsene… Hemen her şey hakkında sohbet ettik ama Chunghee adına hiçbir şey anlatmadın bana.”
-“Dürüst olmam gerekiyor sanırım.” Kyuhan güldü:
-“Eh… Her şey karşılıklı.”
-“Değil, benim evimde senin bir resmin bile yok. Hem zaten resim de çizemem. Neyse, konuyu dağıtmayacağım ki bir an önce cevabımı alabileyim.”
-“Chunghee diyorduk…”
-“Ne anlatmamı istiyorsun?”
-“Her şeyi.”
-“Chunghee benden etkilenmişti çünkü ben güldüğümde Soomin’e çok benziyorum. Ben de ondan etkilenmiştim çünü bilirsin… Onun çok farklı bir aurası var. İnsana güven veriyor.”
-“Sonra?
-“Sonra çıkmaya başladık. Ama şimdi geri dönüp bakınca bu ilişkiye ne diye girdiğimi anlayamıyorum. İkimiz de sevmiyorduk birbirimizi. Ve o çok üzgündü, Soomin’in gidince boşlukta kalmıştı. Bir darbe de ben vurmak istemedim. O yüzden bu kadar uzun sürdü.”
-“Mantıklı görünmüyor…”
-“Değil çünkü.”
-“Peki ya Soomin dönerse ne olacak?”
-“Ayrılacağız.”
-“Kesinlikle mantıklı değil.” Kısa bir sessizlik oldu.
-“O-onu sevmiyor musun yani?” diye sordu Kyuhan tereddütle.
-“Neden bugün herkes aynı şeyi soruyor? Seviyorum ama bir arkadaş ya da abi gibi… Zaten benim kardeşim de yok. Neyse,  ben anlattım. Yani Chunghee mi istedi diye düşünüyorum ama sonuçta bunu isteyecek kadar yakın değildik… O yüzden… Bir anlam vermek zor…”

Sessizlik.

-“Gerçekten de biraz aptalsın değil mi?”
-“Sanırım bayağı aptalım.”
-“Bir yandan da… Konuştuğun zaman bilgece konuşuyorsun. Ama hiçbir şey anlamıyorsun. Bu nasıl olabilir?”
-“Aptal olabilirim ama duygusuz değilim. Biliyorsun ben radyo programı yapıyorum… Orada insanlar beni arıyor ve aslında tek istedikleri onları dinlemem. Çoğu kimse onlara söylediklerimi dikkate almıyor, hatta dinlemiyorlar bile… Bunu biliyorum. Yine de kendimi onların yerine koyuyorum. Duygularını hissediyorum ama karalarımı etkilemesine izin vermiyorum. Mantıklı düşünmeye çalışıyorum… Ne yapılması gerekli? Sonra fikrimi söylüyorum. Ve yine biliyorum, insanlar bilmiş davrandığımı düşünüyor. Ben kimim ki onlara akıl veriyorum? Ama buna rağmen söylediklerim akıllarının ve kalplerinin bir köşesinde kalıyor. Belki işe yarıyor belki yaramıyor ama bir kişiye bile yardımcı olabilmişsem bunun mutluluğu bana uzun süre yetiyor. Her neyse konuyu yine dağıttım değil mi? Demek istediğim söylemezsen anlayamam seni… Ama söylersen yardım edebilirim.”

Sessizlik.

-“Watson’ı hatırlıyor musun?”
-“Ne demek istiyorsun? Chunghee’nin sana Watson demesi mi?”

Kyuhan cevap vermedi. Hana’nın gözlerine baktı…
Ve Hana hatırladı.
Holmes bu hikâyede şifreleri çözen değildi. Şifrenin kendisiydi.

"Sana sessiz kalma yeteneği bahşedilmiş Watson, bu da seni çok değerli bir dosta dönüştürüyor."

***

“Bilmiyorum… Bunu nasıl anlayabilirim? Onu gerçekten sevip sevmediğimi.”

“Bana neden sürekli mutsuz ve yorgun hissettiğimi anlattınız.”

“Gerçekten mutlu olabileceğime inanmaya başladım. Her şeye rağmen…”

“Ne yapmak istediğim ya da kim olmak istediğim sadece benim elimde.
Yani mutlu olmak da öyle… Ve ben artık bunu yapabileceğimi inanıyorum.
Umut ediyorum. Çünkü korktukça tutsak, umut ettikçe özgürüm.”

“Ben… Ben o kadar çok şeyden korkuyorum ki…
En başta da korkularımı itiraf etmekten korkuyorum.
Bunun üstesinden gelmek… Öylesine zor ki… ”

“Ben… Ben ağlamaktan korkuyorum.
Bu beni daha da güçsüzleştirecekmiş gibi hissediyorum.
Bazen ağlamayı çok istememe bunu yapmak beni ölesiye korkutuyor.”

“Yani ben şimdi bu vicdan azabıyla yaşamak zorunda mıyım?”

“Daha önce demiştim, arkadaşımın olmadığını ve bu yüzden de kitaplara sığındığımı…
Ta ki onunla tanışana kadar…
O zaman dek, o repliğin benim için söylendiğini sanıyordum.
‘Aradığı dostluğu belki de sevdiği kitaplarda bularak yalnızlığın kollarında yürümek istemişti.’”

“O ise benim sessiz, içe dönük halimi seviyordu.
‘Sana sessiz kalma yeteneği bahşedilmiş Watson, bu da seni çok değerli bir dosta dönüştürüyor.’ Derdi. Ben de gülerdim, dışarıdan bakıldığında, kişilik olarak Sherlock olan benim gibi gözükse de, onun içinde yatan Holmes’u da yalnız ben biliyordum.”

“‘Gülersen bütün dünya seninle birlikte güler, ağlarsan tak başına ağlarsın.’ Demişti.
Ve ben onun bunu söylemesine neden olan şeyi anlamak için gözlerine baktığımda
saf acı görmüştüm, katıksız… O zaman fark etmiştim onun da bir insan olduğunu… Onun da her zaman gelecekten umutlu ya da hayata karşı güçlü olmadığını… Pes etmiş görünüyor, ‘Burada kendimizi mahvetmek, kalplerimizi kırmak, yanlış insanları sevmek ve ölmek için bulunuyoruz,’ Diyordu. Ve ne kadar bencil olduğumu görmüştüm o gözlerde.

“Ama artık bu beni mutlu ediyor çünkü yaslanabileceğim doğru insanın
o olduğunu ve onun da çok sağlam olduğunu biliyorum.”

“Bilemiyorum… Gerçekten öyle mi oluyor emin değilim…
Başka insanların mutluluğu için çabalarken kendi benliğimden oluyorum.
Zaten bu dünyada ne zaman bir mutluluk parıltısı bulsam
her zaman biri çıkıyor ve bunu mahvediyor.”

“Yakından tanımak istediğim biri var.
Şuan, yani ondan uzakta olduğum şuan, çok hoş bir insan olduğunu düşünüyorum
ve onun yanında olmanın nasıl bir his olduğunu merak ediyorum.”

“Bilmiyorum…
Her ne kadar yanımda gibi dursa da artık o ulaşabileceğimden çok daha uzaklarda.
Eskiden onun dünyanın öbür ucunda olduğunu düşünürdüm ama şimdi başka bir gezegende.”

“Haklısın. Çok bekledim. Farkına varamadım.
Onu uzaklarda aradım. Akıl edemedim.
Bana el uzattı defalarca ama bir türlü uzanıp tutamadım.”

“Bahsettiğim bir kişi vardı ya… İşte o… Çok sık görüşüyoruz.
Gerçi sadece arkadaşız ama şimdilik bu bana yetiyor.
Genelde fazla zamanımız olmuyor ama paylaştığımız şeylerin ağırlığını hissedebiliyorum.”

“Bekleyeceğim. Fark etmesini…
Ama eğer beni duyabilseydi ona şunu söylemek isterdim:
Parmak izlerin dokunduğun hayatlardan kaybolmuyor.”

***

-“Açıklamış sayılırım, değil mi?” diye sordu Kyuhan hüzünlü bir gülümsemeyle.
-“Neden… Daha önce söylemedin?”
-“Geç kalmıştım çünkü. Hem duygularımın karşılık görmesi o kadar önemli değildi. Ben seni seviyordum ya, bu bana yeterdi. Gerçek aşk karşılık olarak hiçbir şey beklemediğin yerde başlar diyen Exupery değil miydi?”
-“Ben… Ben…”
-“Hayır hayır, zorlama kendini. Bir şey söylemene gerek yok.”
-“Ama söylemek istiyorum. Radyoda konuştuğum o adamın gerçek olma ihtimali benim için o kadar uzaktı ki… Çünkü bana hayalindeki insan tarif et deseler onun varoluşundan daha güzel olamazdı tasvirim. Sana tuhaf geliyor olabilir çünkü sadece radyoda konuştuk… Ama ben hayatım boyunca böyle bir insan tanımadım. Öylesine derindi ki duyguları içinde kaybolmuştum ve kendine karşı öylesine dürüsttü ki ben o adama tanımadan aşık olmuştum.”

Kyuhan konuşmak istedi ama söyleyecek bir şey bulamıyordu.

-“Gerek yok.” Dedi Hana.
-“ Sözcüklerden öte tüm ihtiyacım olan göstermen…
Beni sevdiğini söylemesen de olur.
Çünkü bilmiş olurdum.”

***


Seni seviyorum demek

Senden duymak istediğim sözcükler değil
Bu değil senden istediğim
Keşke bilsen de söylemesen
Bana nasıl hissettiğini gösterebilsen ne kolay olurdu

Sözcüklerden öte tüm yapman gereken onu gerçek kılmak
Beni sevdiğini söylemesen de olur
Çünkü bilmiş olurdum

Eğer kalbim ikiye parçalanmışsa ne yapardın
Sözcüklerden öte ne hissettiğini göster ki aşkın benim için gerçek olsun

Eğer bu sözcükleri alıp gitsem ne derdin

Sadece beni sevdiğini söyleyerek
Her şeyi yeni baştan yapamazdın
Şimdi seninle konuşmaya ve anlamana çalışıyorum
Tüm yapacağın gözlerini kapamak
Ve ellerini uzatıp bana dokunmak
Sıkıca tut beni ve asla gitmeme izin verme

Sözcüklerden öte tüm ihtiyacım olan göstermen
Beni sevdiğini söylemesen de olur
Çünkü bilmiş olurdum



12 Aralık 2013 Perşembe

Gaemjeong Belsoli -13.Bölüm-


Ona sarıldığımda kırılacak gibi görünen ince insan...
Bir kelime veda etmeden gitti.
Hatta veda sözü hakkında düşünmediğim zaman...
Gökyüzü çok üzgündür ve yağmur düşer.
Gözyaşları düşer iki gözümden...


***

-“Soo-Soomin?”

-“Merhaba.”

-“…”

-“Çok mu geç kaldım?”

-“Geldin ya… Mühim olan zaman değil.”

-“Kaybettiğimiz zamanlar da mı?”

-“Önümüzde uzun bir hayat varken mi? Hayır.”

***

Sizlere, ayrı geçen bu zaman zarfında Soomin’in neler yaşadığını anlatmak isterdim.
Ama bu sadece daha önce söylenen sözleri yinelemek olur.
Çünkü Chunghee ne idiyse Soomin de oydu.

***


Uzun zaman geçtiği için önünde durmaya, alışmaya çalışıyordum
Ama yine de hala kıymetlisin benim için
Utangaç olup sana teşekkür edemediğim için benden nefret ettin mi?
Bir noktada alıştığım sevginin her zaman var olacağını sanmıştım
Bir aptal gibi bunun doğal olduğunu düşündüm
-Sahip olduğum tek şey; yürekten özürüm…

Uzun zaman geçse bile ”Seni seviyorum ” diyemedim
Çünkü ben beceriksizim ama ;
Beraber ağladığımı güldüğümüz o silinmez anılara sahibim
Bebeğim seni seviyorum, teşekkürler
Sana sarılacağım, seni seviyorum,
Karanlıklar geliyor olsa bile, seni seviyorum,
Yemin ederim, sonsuza kadar…

***

-“Hana? Müsait misin? Buluşabilir miyiz?” diye sordu Chunghee.

-“Aslında Jimin’le gitmem gereken bir yer var.”

-“Bu çok önemli…”

Hana daha önce Chunghee’nin herhangi bir şey için “çok önemli” dediğini hiç duymamıştı.

-“Tamam,” dedi. “En kısa zamanda orada olurum.”

                Oraya gittiğinde Chunghee ayakta duruyordu ve Hana’nın onu tanıdığından günden beri hiç böyle görünmemişti. Hiçbir zaman bu kadar dik durmamış, gözleri böylesine parlamamıştı. Aslında sözlere ihtiyaç yoktu, göz göze geldikleri anda Hana, anlamıştı.

-“Geri döndü, değil mi?” diye sordu gülümseyerek. Chunghee şaşkınlıkla ona baktı.

-“Soomin yani... Gelmiş olmalı…”

-“Nasıl anlayabilirsin ki bunu?”

-“Gözlerinden elbette. O hülyalı bakışlar yerini heyecan dolu parıltılara bırakmış.”


Sessizlik.


-“Beni sevmiyorsun değil mi?” diye sordu Chunghee.

-“Seviyorum, hem de çok. Ama arkadaşım olarak, abim olarak. O yüzden çok sevindim dönmesine… Senin kadar ben de mutluyum artık. Çünkü ne yaparsam yapayım Soomin olmazdım, olamazdım. Senin acını da ondan başkası dindiremezdi. Ben sadece yardım edebilmek adına kaldım hayatında. 
Soomin dönecekti, biliyordum. Yüreğindeki sevgiyi ben bile hissedebiliyorsam ‘mesafelerin önemi yok, o da hissediyor’ diye inanıyordum. O gelene kadar teselli etmek istedim seni, onun gülüşüne sahiptim ne de olsa... Değil mi? Nasıl bildiğimi sorma. Yine gözlerin ele verdi çünkü seni, ben her güldüğümde bugünkü gibi parlıyordu gözlerin... Ben eminim yüreklerinizden, Soomin sana, sen Soomin’e aitsin… ”

11 Aralık 2013 Çarşamba

Saturday Night Love -11.Bölüm-







-Alo?
-Nasılsın?
-Her zaman ki gibi... Bir şey mi oldu?
-Hayır. Sesini... özledim sadece.

***

Sabah bir telefon mesajı ile uyandım. "Ben Jiyoung. Hemen uyan ve şu telefonu aç! EXO ile özel performans sergileyeceksin SM Town'da!" Başta homurdanarak kalktığımda daha mesajın sonuna gelmemişti Jiyoung. EXO ismini duyunca olduğum yerde kaldım. Woollim'in dağıtıcı SM olabilirdi, hatta şirketi mali yönden ele geçirmiş de olabilirlerdi, SM TOWN'a sanatçılarını yolluyor olabilirdi... Ama daha fazla SM ile işim olsun istemiyordum. La Dolce Vita'nın dağılışında, diğerlerine pek yansıtmasam da başım belaya girmişti Luise'in firarından sonra. Bir daha o dangalak heriflerin suratlarını görmek istemiyordum işin aslı. Giyinip SM'e gitmek için hazırlandıktan sonra pek benimle irtibata geçmeyen menajerim Jiyoung'u aradım: "Yoldayım, 30 dakikaya binanın önündeyim." 

SM'in fazla pembe binasının önüne vardığımda, Jiyoung beni dışarıda bekliyordu. "Akşam Show Me The Money'ye katılacağım. Uzun sürecek mi bu iş?" diyerek nazlanarak başlattım konuşmamızı. "Uzun sürmez. Şuan EXO üyeleri ve menajerler yukarıda. Çocukların zaten ayda bir boş günleri oluyor, onu da burada harcayacaklar performans eşleşmeleri için." "Ben mi söyledim onlara buraya gelmelerini Jiyoung-hyong?!" Bilmem kaçıncı odalardan birine girdik binada. La Dolce Vita'nın seçildiği odaydı sanırım burası... Kaç yıl olmuştu. İki mi? Üç mü? Nostaljinin koynundan beni alan SM görevlisi kadının sesi oldu. İçeride ünlü SM prodüktörü Kenzie ile Hyuk Shin vardı, klasik toplantı masalarının baş kısmındaydılar. 5 koltuk f(x) için, 12 koltuk EXO için, bir tanesi de benim için ayrılmıştı. Hyuk Shin beni görünce gülümseyip göz kırptı. Bu dostça tavrına gülümseyerek karşılık verdim, yerime geçtim. Çok geçmeden f(x) üyeleri birer birer geldi. Luna ve Amber ile La Dolce Vita'nın dağılışından bu yana görüşememiştim. Onları görünce toplantıymış aldırmadan mutlulukla "Sunyoung! Amber!" diye bağırdım. "Nera!" Selamlaşma törenimizden sonra kendileri için ayrılmış koltuklara, karşıma geçtiler. Onlar oturur oturmaz içeri Victoria, Krystal ve Sulli girdi. Victoria beni görür görmez "Luise nasıl?" diye sordu. Hastalığını soruyordu... "İyi, çok iyi." diye cevapladım. Sulli benden tarafa bakmadan, ukalaca bir tavırla yanımdan geçti. En son, geçen yıl bana karşı takındığı şımarık tavırlarına gerekli cevabı verdiğimden olsa gerekti bu. Krystal'dansa ufak bir selam aldım. Bir süre Luna ve Amber'la lafladıktan sonra, SM'de çaylaklık zamanlarından tanıdığım arkadaşlarım Sehun ve Chanyeol içeri girdiler. Birbirimizi uzun süredir birbirini tanımanın getirdiği samimiyetle selamladıktan sonra, diğerlerinin gelmesiyle tamı tamına 20 kişi toplantı salonundaydık. Kenzie söze başladı, "SM Town için yeni bir alt grup oluşturma planımız var sahne için. Vokaller, dansçılar ve rapçiler olarak ayrılacaksınız. Mesela Luna, D.O, Chen, Baekhyun bir grup, Lay, Victoria, Kai, Krystal bir grup, Nera, Kris, Tao ve Chanyeol bir grup gibi. Şimdi. Hyuk Shin ve ben iki vokal grubu düşünüyoruz. İlk grubu R&B'ye yatkın yapacağız. Bu grup için düşündüğümüz isimler, Luna, D.O, Baekhyun ve Suho. İkinci grup orta tempolu bir ballad söyleyecek. Düşündüğümüz isimler; Chen, Xiumin ve Krystal. Üçüncü grup dans ekibimiz. Şarkı söylemeyeceksiniz, sadece dans. Koreografların düşündüğü isimler; Lay, Luhan, Kai, Sulli ve Victoria. Dördüncü grup da SM'de rap yapabilen kimselerin olduğunu göstermek için oluşturuldu. İsimler; Amber, Nera, Kris, Tao, Chanyeol ve Sehun. İtirazı olan var mı?"

***

İtirazı olan yoktu ve biz SM Town için çalışmalara başlamıştık. Bir gün provalardan sonra Henry ile karşılaşmamdan sonra -bana zilyonuncu kez Luise'i sormuştu, Seul'de olduğunu öğrenmişti anlaşılan - Yangchon'da, bilindik olmayan bir pub olan RUFXX'da, Suho ile karşılaştım. Masalardan birinde iki kişiyle oldukça eğlenceli görünen bir konuşmanın ortasındaydı. Bölmek istemediğimden yanına gitmemiştim ama o beni oturduğum masada fark etmişti bile. Masamın üzerine düşen bir gölge ile başımı kaldırım. Onu daha önce fark etmemiş gibi "Suho! Ne işin var burada?!" dedim. "Arkadaşlarımla buluştum. Sen de katılsana bizlere." diyerek itiraz etmeme fırsat bırakmadan kolumdan çekiştirmeye başlamıştı bile. Göz açıp kapayıncaya kadar onların masasındaydım. "Nera, bu Himchan. B.A.P'den, üniversiteden arkadaşım aynı zamanda. Bu da Yongguk. Yine B.A.P'den." İkisini de tanıyordum ve B.A.P'nin büyük bir hayranıydım ama fiyakamı bozmamak için bozuntuya vermedim. Akabinde de garson masamıza geldi. Üçü de bira söylerken ben kivili çayı tercih ettim. Suho şaşırmıştı. Şakayla karışık sordu: "İlk defa alkol almadığını görüyorum Nera?", "Halim yok." diye yanıtladım onu. "Kenzie denilen kadının tek bildiği pop gibime geliyor... Anlaşamıyorum onunla. Şarkımı kendim yapmalıyım. Madem bir grubuz biz yapmalıyız. Hem, Suho, ben SM'den bile değilim!" Ağlar gibi yaptım. Suho, Himchan ve Yongguk'u işaret ederek, "Sen yine iyisin. Üçümüzün neredeyse hiç boş zamanı yok. Değil mi?" dedi. Himchan ve Yongguk başlarıyla onayladılar. Ve biz geç saate kadar sohbetimize devam ettik.

Gece, eski arkadaşlarımdan Hyojin ya da idol mahlasıyla LE, beni aradı.

-N'aber?
-Yorgun. 
-Al benden de o kadar. Uzun zamandır arayamadım, özet geç şu iki haftayı bana.
-SM Town'da rap alt-grubu olarak sahne alacağım, ciddi anlamda hiç istemiyorum. Az önce de Suho'nun arkadaşlarıyla buluşmamdan döndüm. Aslında buluşmadık, karşılaştık da, anladın işte...
-Kim miş o arkadaşlar?
-B.A.P'den Himchan ile Yongguk!
Sesimdeki neşeyi fark etmişti.
-Hadi canım...
Benim neşemin aksine sesindeki ilgi bir anda gitmişti.
-Bir şey var.
-Yok.
-Var.
-Yok.
-Benimle inatlaşamazsın, bunu biliyorsun değil mi?
-Tamam, var.
-Ne?
-Hani şu, Every Night zamanları vardı ya bizim grubun... Hatta B.A.P'nin de Rain Sound'u bizim şarkımıza çok benzediğinden gündemde kalmıştık.
-Eee?
-Sana anlatmıştım bu şarkıyı neden yazdığımı... Yazdan kalma bir telefon konuşmasıyla ilgili demiştim. Sende B.A.P'nin Voice Message şarkısını anımsatıp takılmışt...
-OHA!
Sözünü kesmiştim çünkü neler döndüğünü anlamıştım.
-Yongguk değil mi?
-Evet.
Ufak bir küfürü kaçırdım ağzımdan. 
-Yardımına ihtiyacım var Nera. Yongguk'u çok özlüyorum... Ama gururumdan arayamıyorum bile. Sen bir şekilde onunla karşılaşmama vesile olsan?
-Tamam. Bana bırak.

***

Hyojin'in isteği ve benim Yongguk'la tam bir kafa dengi çıkmam üzerine, Yongguk'la "buddy" modunda takılmaya başlamıştık. Amacım, bir ara ikisine de aynı yeri verip buluşmayı önerip, gelmemekti. Ben yeni arkadaşlar edine durayım, o akşam Luise beni arayıp buluşalım demişti. Suho, Hyun Shik, Luise ve Ben, saat 21'de Shiru'nun evindeydik. Bir süre sonra ben çakırkeyifliğin de ötesine geçip sarhoş olmuştum. Suho'da bana katılmıştı ve inanılmaz eğleniyorduk. Biz kafayı bulurken nelerin yaşandığını Shiru bana anlattığında az kalsın kalp krizi geçirecektim. Baş ağrımı atlatır atlatmaz Luise'in yanında buldum kendimi.

 -“Senin ağzından duymadan inanmam mümkün değildi zaten.” Dedim. “Bizim manyak Luise, sap gibi birine âşık olamaz.”
-“Bir ben mi onun sap olduğunu anlamadım yani?” diye sordu kıkırdayarak.
-“İnsanları olduğu kişi gibi değil de kafandaki kişi gibi sanıyorsun.”
-“Bak bunda çok haklısın işte.”
-“Sana bir vereyim mi?” diye sordum gülerek. Başıyla onayladı ama kesin bir muziplik yapacaktı.
-“Bunu duyduğumda aklıma ilk gelen şey Henry hyung oldu, hak etmiştin.”
-“Nera-ah! Ben ona öyle mi yapmıştım? Ben ondan karşılık veremeyeceğim için defalarca özür diledim ve bir kez bile ‘sevdiğini sanıyorsun’ demedim. Kimse kimsenin duygularını yargılayamaz çünkü. Eğer bu yargılamaya açık bir şey olsaydı “duygu”lar kişiye özel olmazdı.”
-“Tamam tamam, hemen kızma. Ama çok üzdün, bunu da inkâr etme.”
-“Keşke yapabileceğim bir şey olsaydı… Ama en azından dürüstçe davrandım ben.”
-“Biliyorum. Yine d geçen SM’e gittiğimde yine seni sordu. Seul’da olduğunu öğrenmiş.”
-“Geri döndü deseydin…”
-“Beni yalanları alet etme.” Dedim gülerek. Sızlandı.
-“Ne yani? Beni böyle görsün de üzülsün mü istiyorsun?” diye sordu. “Neyse…” diye ekledi elini havada sallayarak. Şimdi asıl heyecan verici konuya gelmenin vaktiydi:
- “Asıl haberler sende… Yongguk’la aranızda ne var?”
- "Ne olabilir sence? Hyojin'e yarım ediyorum. Ama... Yongguk sağlam çocuk."

***

Cuma günü Luise beni aradı: 
-"TVXQ KONSERİNE GİDİYORUUZ!"
-"Ne? Nereden buldun bileti? Tükenmemiş miydi abi o biletler?!"
-"Henry..."
-"Seni kötü kadın!" 

Cumartesi günü olacak konsere yanımda Yongguk'ta gelmişti. En sonunda çocuksu oyunlardansa Hyojin konusunu açıklığa kavuşturacaktım. Fakat önce Luise'i görmem, gerginliğimi atmam gerekiyordu. Bir süre onu bekledikten sonra, konser alanına geldiğinde, bana göz kırpıp, sinsice yanımdan Suho'yu da alarak geçti. Bu randevu falan değildi ki! Hepten gerilmiştim şimdi. Konser alanının önüne doğru yavaş yavaş yürümeye başladık. 

-"Anlatacak mısın artık Nabi-ah, ne anlatacaksan." ("Nabi" bana taktığı lakaptı. Anı yaşama merakımdan ötürü, gönderme yaparak "kelebek" diyordu bana.)
-"Kolay değil ki bunu söylemek... Hem, kendimi kötü hissediyorum. Bir şeye burnumu sokmuş gibiyim. Keşke en başından kabul etmeseydim!"
-"Nedir seni bu kadar geren?"
-"Söylüyorum... Sakın yanlış anlama olur mu? Amacım aranıza girmek değildi. Hyojin seninle buluşmak istiyor." 
Bir çırpıda söyleyivermiştim. Yüzüm kızarmıştı. Derin bir nefes aldığını duydum. Telefonunu çıkardı, kulaklıklarını kulağıma taktı. 
-"Dinle şunu." 

"You are my pleasure
I feel like a little kid
Trying not to think about you
Only 10 minutes at the longest
...

You’re one butterfly
Butterfly effect in the flower garden
In your little smile
There’s a big storm in my heart
Keep running away
Fly away"*


-"Üzerinde çalıştığım bir şarkı."

Kulaklıklarımı çıkarmıştım. Boş gözlerle Yongguk'a bakıyordum. Afallamıştım, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ve Hyojin'e ihanet etmiş gibi hissediyordum. 

-"Nabi... Sana tek bir şey soracağım... Uyumadan önce hiç, kendime yer buluyor muyum aklında?"

Daha önce hiç üzerinde düşünmemiştim bunun. Ama doğrusu son bir haftadır uyumadan önce Yongguk'u düşündüğüm oluyordu. Çok sık oluyordu. Her gece oluyordu. Öyle ki rüyamda da kendine başrol kapıyordu. 

-"Bana baktığında gözlerinde ışık görüyorum Nabi-ah, tıpkı benim sana bakışlarım da olduğu gibi..."

Haklıydı çünkü ona değer veriyordum. Ama bu değer verişim sadece arkadaşça mıydı yoksa aşkın ta kendisi miydi üzerinde düşünmem gerekiyordu. Hem düşünsem bile ne olacaktı ki, Hyojin'e ihanet edemezdim.


Tek söylediğim bu olmuştu. Üstüne de Henry ve Luise yanımıza gelmişti. Yongguk nezaketinden konserden ayrılmadı ama gece boyunca tek kelime etmedik. Konser bittikten sonra oyalanmadan çıktım. Luise, Henry ve Suho kulise girmişlerdi. Yongguk'da arkamdaydı. Bir süre sonra yanıma geldi. "Unut bu geceyi Nera." Gülümsüyordu ve bana Nera demişti. Nabi'ye ne olmuştu?! Kırılmış hissediyordum. Çıkışa varmıştık bile. "İyi geceler Yongguk-hyong." 

***

İlk ve ikinci yıldızın Türkçe çevirisi (GD'nin R.O.D şarkısının bir kısmı)

Sen benim neşemsin,
Küçük bir çocuk gibiyim tıpkı
Seni her düşünmemeye çalıştığımda,
10 dakika dayanabiliyorum en fazla

Sen tek kelebeksin,
Şeker diyarında, kelebek etkisisin
Küçük bir tebessümünde
Kalbimdeki fırtına gizli
Kaçmaya devam et,
Uzaklara uçmaya

Day'n Night (Tek Bölüm)

Sevimli çocuklar yahu ^^
Not: Bu hikayenin ana senaryosu Tasty’nin “Day’n Night” klibine ait. Bu yüzden hikayenin adını başka bir şey koymak istemedim. Bu benim klipten yola çıkarak yazdığım ilk hikaye. Daryong ve Soryong ikizlerin gerçek isimleri. Daeryeong'un ismi uzun geliyordu, iki harf attım Daryong yaptım :D Hikaye Soryong tarafından anlatılıyor. Klipte biraz geri planda kalması anlatıcı olarak onu seçmeme neden oldu.
                Tek bölüm olduğu için üslup pek parlak olmadı bence. Genelde Çehov tarzı yazmayı tercih ederim ama bu biraz Maupassant oldu. Her neyse,  umarım seversiniz.^^



GÜN VE GECE




“Bazılarına göre aşk anlaşılmaz biçimde gelip geçicidir. 
Bazılarına göreyse aşk kayıptır. Ama aşk bulunabilir. 
O gece için olsa bile.”
-The Holiday 2006-



Birinci gün.
İkinci gün.
Altıncı gün. 
Üçüncü hafta.
Sekizinci ay.

Sadece o değildi bekleyen, ben de yolunu gözlüyordum. Elbette eninde sonunda dönecekti, aradığı sevgiyi başka nerede bulabilirdi? Sözde abimin sıcak kucağına geri geleceği en başından beri belliydi. Bizim beklemediğimiz şey dönenin eski Jina olmayışıydı.

Umursamaz  görünmek ikisi için de çok önemliydi. Gerçekler apaçık ortadayken onlardaki bu tavırları davranış bozukluğuna yoruyordum ben. Ama Jina ne yaparsa yapsın, Daryong’a olan zaafı aynıydı. Hoşuna gitsin veya gitmesin, ona delicesine bağlıydı. Defalarca terk etmişti ama her defasında dönüşü bir öncekinden güçlü olmuştu. Ne var ki en sonuncusu farklı olmuştu, en kötü ve en uzun süreli ayrılıktı ikisi için de. Bu zaman zarfında sadece Jina değil, ikisi de değişmişti aslında. Yerinde sayan tek kişi bendim. Her zamanki gibi.

                Aslında Daryong benim ikizim, benden sadece beş dakika önce doğmuş. Ama bu onun abi gibi davranması için yeterliydi. Eskiden abi olmak sevmek ve korumak anlamına gelirdi. Ve her şey yolunda giderdi. Ama liseden beri bunu ona verilen emir hakkıymış gibi kullanıyor. Ben ise onun kardeşiyim, kölesi değil. Nedenler değişse de sürekli aynı şekilde kavga ediyoruz. Bütün bunların, yani onu değiştirip böyle biri olmasının suçlusu Jina. İkimiz de hatta üçümüz de bunu iyi biliyoruz, o ne zaman Daryong’un dolayısıyla benim de hayatıma girdi, o zaman her şey mahvoldu.

             
Ben sessiz sakin, içine kapanık, çekingen, sevimli olandım. Daryong karizmatik ve doğuştan lider olandı. Belki gerçekten öyleydik belki de toplumun bizi şekillendirmesine izin vermiştik. Ne fark eder! Artık değişemeyecek kadar büyümüştük. Daha doğrusu ben öyle sanmıştım.

 Daryong önceden daha anlayışlı biriydi. Ama her zaman biraz fazla hareketli olmuş ve zaman zaman başına bela açmıştı. Sırf ona benziyor oluşum yüzünden kaç kere Daryong yerine dayak yedim. Yine de sesimi çıkarmadım. O benim ailem, kardeşim, en iyi arkadaşımdı. Ben de onun için öyleydim. Sonra birden küçük bir fahişe ortaya çıktı, Daryong’u baştan çıkardı ve ona istediğini yaptırdı. Konuşmak isteyince kıskançlıkla suçlandım. Ben de en sonunda sustum, onları kendi hallerine bırakıp köşeme çekildim.

               
O gün Daryong kafeye benden sonra inmişti, her zamanki gibi. Üstünkörü tezgahı sildikten sonra kepenkleri kaldırmaya gitti. Önce gözüne bir çift kadın bacağı ilişti ardından… Karşısında Jina vardı. Onu bir saniye görmek yetmişti Daryong’a. Belli etmese de biliyordum onu kabul edeceğini. Anıların aklına uçuştuğunu tahmin etmek zor değildi.
Üzerinde ona hiç yakışmayan beyaz bir kürk vardı. Aptalca sırıttıktan sonra Daryong’un beline sarıldı, sarhoş olduğu her halinden belliydi. Suratı asılan Daryong yavaşça itti onu. Jina sallanarak masaya oturdu, karşısına da o. İkisinin önüne de bir çay koyup, dolaba yaslandım. Ne olacağını biliyordum, benim için film seyretmek gibiydi onları izlemek.

-“Ne demeye geldin buraya? Burası artık sen istediğin zaman sana ev olacak bir yer değil, ben de artık senin her istediğini yapacak biri değilim.”
Şimdi intikam alıyordu Daryong. Jina onu terk ettiğinde çok acı çekmişti. Hiçbir şey olmamış gibi davranacağını sanıyorsa çok yanılıyordu. Bu sözler üzerine sesini de çıkarmamıştı, çıkaramamıştı zaten. Daryong masadan kalktı, dışarı çıktı. Şimdi odada yalnız ikimiz vardık.

-“Sen ne dersin bu işe?” diye sordu Jina. Omuz silktim.

-“Onun haklı olduğunu biliyorsun.” Dedim.

-“Onun tarafını mı tutuyorsun yani?” diye sordu.

-“Senin tarafını tutacak değilim ya… Şimdi o haklı ama seni de hala seviyor.” Jina bir kahkaha attı:

-“Hahah… Çocuk… Bana bilmediğim bir şey söyle.”

Dişlerimin arasından tısladım:
-“Senden nefret ediyorum.”

Gözlerime baktı:
-“Ve beni seviyorsun.”

Cevap vermedim. İkimiz de bunun da doğru olduğunu biliyorduk ne de olsa.

              ***

Evet, en başından beri onun kötü bir kız olduğunu biliyordum. Ama ben onu böyle masumca severken onun fahişenin teki olması kimin umurundaydı ki? Sonuçta o beni hiçbir zaman sevmeyecekti. Ya severse diye de düşünmüyordum hiç. Kalbini kim bilir kaç kişiye satmıştı, bana kalmazdı. Alt tarafı “aşk”tı benimkisi, bir gün geçecekti. Ve ona güvenmek bu hayatta yapacağım en son şeydi. Keşke Daryong da bunu anlayabilseydi…  Ne garip! Bir insana vazgeçilmez olduğunu hissettirdiğinizde ilk vazgeçeceği kişi siz olursunuz. (Sigmund Freud) İşte Daryong bu hataya düşmüştü.


Ama değiştiklerini söyledim ya, şimdi abim de onun ne haltlar yediğini iyi biliyordu. Bizimle kalmasına izin vermişti ama geceleri eve dönüp dönmemesi hakkında tek kelime etmiyordu. Umursamadığını söylüyordu ama biliyordum içi içini yiyordu. Eskiden biraz gecikecek olsa sokaklara düşer, saatlerce onu arardı. Şimdi ise arkasını dönüp yatıyor ama biliyordum ki uyuyamıyordu. Bir erkek sevdiği kadın başka kollardayken nasıl uyuyabilir?
                Sonra Jina gecenin bir vakti döndüğünde yine sarhoş olurdu. Sağı solu dağıtır, yardım etmeye çalışan Daryong’u iter, en olmadık yerde sızardı. Bense hiçbir şey yapmadan, uzaktan izlemeye devam ederdim. Sonra Jina uyuyakalınca Daryong yine dayanamaz, üzerine bir şey örterdi. Jina gözlerini açınca yanı başında Daryong’u görür, gülerdi. O kadar acımasızdı ki… Daryong onu unutmak için ne kadar çabalarsa çabalasın…  Bir türlü rahat bırakmıyordu. Ona acı çektirmekten zevk alıyordu resmen ve Daryong da bunu yapmasına izin veriyordu.


                Bir gün aniden iyi kız havalarına girdi. Kibar, anlayışlı, sevimli, masum bir kız gibi davranmaya başladı. Kafeye gelen müşterilere hizmet etmeye, sağı solu temizlemeye falan. Daryong’un gözünü öylesine hızlı bir şekilde boyamıştı ki yeniden, insan birinin bu kadar aptal olmasının imkansız olduğunu düşünürdü. Aşk Daryong’u öylesine yanlış bir yola düşürmüştü ki, o yolda doğru Jina’ydı.

                Jina sağda solda sürtmekten vazgeçince üçümüz birlikte takılmaya başlamıştık. Aslında bir yanım bundan nefret ediyordu ama her şeye rağmen orada Jina vardı. –Ne kadar saçma değil mi? Ondan bir yandan delicesine nefret ediyordum, diğer yandan de aşıktım.- Öylesine ısrar ediyordu ki hayır diyemiyordum. Hem Jina yanındayken Daryong daha iyi biri olurdu. Onu öyle görmek bu ufak gezintilere katılmamın diğer sebebiydi. Ama ben onlara göre sıkıcıydım, her zaman öyle olmuştum. Eskiden beri onlar partilerde ot içip, kendilerinden geçerken –onlara göre eğlence buydu çünkü- ben evde kalıp film izlerdim. Zorla götürdükleri zaman bir masaya çöker, sesimi çıkarmadan içerdim. O kadar içmelerine rağmen ikisi de benden daha dayanıksızdı. Böylece her günün sonunda onları eve yine ben götürürdüm.

Kısacası, yanlarındaydım çünkü bana ihtiyaçları vardı.


                ***

                Ilık bir yaz akşamı kafeye geldiğimde içeride yalnız Jina vardı. Daryong’un nerede olduğunu sorunca omuz silkti. Sonra gülümsedi, o yalancı, baştan çıkarıcı gülüşlerinden biriydi. Arkamı dönüp oradan uzaklaşmak istedim, onunla yalnız kalmak beni korkutuyordu. Birden kolumu tuttu:
-“Biraz konuşalım.” Dedi. Arka tarafa geçtik. Ellerimi cebime koydum.
-“Ne istiyorsun?” diye sordum. Gömleği omzundan aşağı kaymıştı. Ağır hareketler elini önce göğsüme, ardından omzuma koyduktan sonra beni gidecek yerim kalmayıncaya kadar itti. Yüzünü yüzüme yaklaştırınca gözlerimi kapadım. Böyle şeylere alışık değildim. Birkaç saniye nefesini suratımda hissettim. Sonra usulca geri çekildi ve elindeki yeşil elmayı havaya atıp tutarak gitti. Arkasından bakakaldım. Hem rahatlık hem de hayal kırıklığı idi.
Ona olan zaafımdan nefret ediyordum. Ondan daha fazla ona zaafım olduğunu onun da bilmesinden nefret ediyordum.


Ardı sıra gelen günlerde her şey aynı şekilde devam etti. Sürekli ikimize de sarılır, baştan çıkarıcı biçimde gülerdi. Peki benden ne istiyordu? Hemen açıklayayım, onu sevmeme rağmen bana ne zaman yaklaşmaya kalksa ondan kaçıyor oluşum. Bir yanımın ondan nefret ediyor oluşu. Bu yüzden onun ilgisini çekiyordum. Ama ona arkamı dönmekten yorulmuştum. Ben Daryong değildim, artık bunu anlaması gerekliydi. Neden ikimizi birden istiyordu ki? Daryong ona yetmiyor muydu? Ya da ona yetmeyen hayatında tek erkek olmasıydı. (!)


Yine o ufak gezintilerden birindeydik. Ara sokakların birinde, Jina ortamızdayken, Daryong’la şakalaşıyorduk. Sonra dört iri yarı adam yolumuzu kestiler. Bu adamları daha önce görmüştüm. Daryong kafede yokken gelmiş, Jina ile kavga etmişlerdi. Hemen gitmezlerse polis çağırmakla tehdit etmiştim. Şimdi ise ne olacağını çok iyi biliyordum. Jina sadece bir saniye için tereddüt etti; Daryong’tan tarafa başını çevirdi ama sonra dümdüz ilerlemeye başladı. Hızlı adımlarla yürüyüp, yolu kesen adamları geçti.
Dayak yemeye alışıktım, olacağı varsa olsundu, Daryong’dan önce ileriye ben atıldım ve böylece dayak yemeye de ben önce başlamış oldum. İlk doğan Daryong olmuştu ama doğduktan sonra aceleci davranan bendim. İlk ben yürümüştüm mesela, okumayı ilk ben öğrenmiş, futbol takımına ilk ben seçilmiştim. Jina’ya ilk aşık olan da bendim mesela. Ama bütün bunlar kimin umurundaydı ki? En azında o adamların değildi. Çünkü benim ardımdan Daryong’a saldırdılar. Jina arabaya bindi. Ve sonra ondan beklemediğim bir şey yaptı, arkasına baktı. Yerde yatan Daryong’a… Ve sonra gitti.

***

Ayağa kalkamayacağımız kadar dayak yediğimizden emin olduktan sonra bizi bıraktılar. Acı içinde kıvranırken birden gülmeye başladım, sonra kahkahalar atmaya…

-“Neden gülüyorum biliyor musun?” diye sordum kahkahalarımın arasında. Kaburga kemiklerimden biri ezilmişti o yüzden gülmek canımı çok yakıyordu. Ama kendimi tutamıyordum.

-“Çünkü…” diye devam ettim. “Sen bunu hak ediyorsun.
Hatırla... Çocukken birbirimize söz vermiştik, birlikte doğmuştuk, birlikte ölecektik.
Onun sonsuza dek seninle kalacağını sanıyordun değil mi? Salak… Hala anlamadın mı?
Senin benden başka kimsen yok.” 



Gaemjeong Belsoli -12.Bölüm-


Yazarın Notu: Bu bölüm Jinyoung ile Jimin’in trajikomik hikayesidir.

***

                Her şey soğuk ve karlı bir kış gününde başlamamıştı.  Ama öyle bir günde sona ermişti. Tipi başlamış, insanların evlerine saklanmıştı. Ne bir ses ne bir yüz vardı beyaz sokaklarda. Yer beyaz, gök beyaz, evler, ağaçlar, arabalar beyazdı.
               
                “Her zamanki yerde.”

Jimin böylesine soğuk bir günde Jinyoung’un onu ne demeye çağırdığını merak ediyordu. Yine de Jimin karı severdi, soğuktan donacak bile olsa… Geldiğinde Jinyoung oradaydı, oturmuş soğuktan titreyen çenesine hakim olmaya ve ellerini cebine koyarak ısınmaya çalışıyordu. Jimin elinden geldiğince sessiz ve yavaş hareketlerle Jinyoung’un yanına geldi. Jinyoung ona baktı, suratı kıpkırmızıydı. Çok beklemiş olmalıydı, Jimin’in içi cız etti.
-“Geldim.” Dedi.
-“Senden bir şey isteyeceğim.” Diye cevap verdi Jinyoung. O ise sesini çıkarmadı.
-“Git. Bir daha gelmemek üzere, git.”
-“Git desen bile gitmeyeceğime söz vermiştim.”
-“Sözünü tutmanı istemiyorum.”
-“Git dediğinde gidip, gel dediğinde gelmemi mi bekliyorsun? Ben hayatın önünde eğilmedim ki senin karşında eğileyim?” (Al Capone)
-“Peki, ben seni istemiyorsam bile, kalmaya devam mı edeceksin?”
-“Beni istemediğine inandırabilirsen, belki giderim.”
-“…”
-“…”
-“Gitmen gerektiğinde gitmezsen, gittiğinde geç kalmış olursun.” (The World Fastest Indian 2005)
-“Şimdi gidebilirim belki ama biliyorsun, bazen gitmek yıllar sürebilir.” (Nuovo Cinema Paradia 1988)

***

                Onu inandırması mümkün değildi. Çünkü Jimin ona inanmayacak kadar seviyordu onu. Daha da kötüsü o da kendi söylediğine inanmayacak kadar seviyordu Jimin’i.

                Peki neden Jinyoung neden gitmesini söyledi içindeki bunca sevgiye rağmen? Bilmiyoruz. Belki annesi onaylamamıştı bu ilişkiyi, belki de en iyi arkadaşı aşık olmuştu Jimin’e… Belki sadece onu hak etmediğini, daha iyilerine layık olduğunu düşündüğü için yapmıştı bunu… Belki de böylesine bir zaaftan kurtulmak istiyordu kendince… Dediğim gibi nedenini bilmiyoruz. Ama ne önemi var ki nedeninin? Sonucunda bu olay Jimin için yeterince yakıcı ve yıkıcı olmuştu değil mi? Acı verici bir ayrılığın yaşattığı tüm olumsuzlukları tatmış, en sonunda kendine tutunacak bir dal bulmuş ama içindeki bu acı hiç yok olmamıştı. Ufak bir şeyde, üzerinden hiç zaman geçmemişçesine canlanırdı.

Aşk hiç biter mi?

Kalır adımızla, bir sokak duvarında, bir ağaç kabuğunda, bir takvim kenarında
Kalır bir çiçekte, bir defter arasında, bir tırnak yarasında, bir dolmuş sırasında 
Kalır bir odada, bir yastık oyasında, bir mum ışığında, bir yer yatağında

Kalır dilimizde, yinelenen bir şarkıda, bir okul çıkışında, bir çocuk bakışında
Kalır bir kitapta, bir masal perisinde, bir hasta odasında, bir gece yarısında
Kalır bir durakta, yırtık bir afişte, buruk bir gülüşte, dağılmış yürüyüşte

Kalır bir sokakta, bir genel telefonda, bir soru yanıtında, bir komşu suratında
Kalır bir pazarda, bir kahve kokusunda, bir tavşan niyetinde, bir çorap fiyatında
Kalır bir yosunda, bir deniz kıyısında, bir martı kanadında, bir vapur bacasında 

Aşk hiç biter mi?


***

Jimin çok acı çekmişti, evet. Peki ya Jinyoung’un ortadan kaybolup mutlu mesut yaşadığını mı sanıyorsunuz? Hepimiz böyle olmadığını biliyoruz. Acı dolu günler geçirmişti Jinyoung, en az Jimin kadar kırgın, üzgün ve kızgındı. Ne var ki üzerinden bir ay geçmeden ikinci bir darbeye uğradı Jinyoung. Bu kadar acı ona fazlaydı, o trafik kazasında hayatının bir bölümü yok oldu. Bunu fırsat bilen abisi, Jimin adına ne varsa yok etti. Hatırlayıp, daha fazla acı çeksin istemiyordu. Nitekim Jinyoung’un hayatındaki tek sorun hatırlayamadığı yılları olmuştu. Ondan öncesi zaten çocukluk, yani mutluluk demekti.
                Belki bu iki hayat böyle devam ederdi. Jimin aklına geldikçe hüzne boğulur, dolan gözlerini gizlemeye çalışırdı. Jinyoung ise hayatında böylesine değer verdiği birinin olduğundan habersiz yaşardı. Ama o gün oradan geçerken camekandan gördüğü o kız öyle bir his uyandırmıştı ki farkında olmadan içeri girmişti. Abisine tarif ettiğinde hemen anlamıştı Jimin’den bahsettiğini. O gece uzun uzun düşünmüştü, kader bunca yıl aradan sonra ikisini yeniden karşı karşıya getirmişse bunun bir anlamı olmalıydı değil mi? Ve sonra her şeyi kendi bildiği en ince ayrıntısına kadar anlattı. Koskoca adam ağlamaya başlamıştı dinlerken… Evet aklı hatırlamıyordu olanları ama yüreği hissettiği duyguları unutabilir miydi hiç?

***

-“Asıl sen neden söylemedin?” diye sordu Jinyoung.
Jimin boş gözlerle baktı ona… Jinyoung ekledi:
-“Seni sevdiğimi.”
-“Kim olduğumu bile hatırlamıyordun ki.”
Çoktan gözleri dolmuştu ikisinin de, gözyaşları süzülmeye başladı.
-“Ne önemi var? Hatırlamayı en çok istediğim kişi sendin. Her kar yağdığında yüreğimde hissettiğim o acının sebebini sorguladım yıllarca… Güneş batarken kalbimdeki yaranın neden olduğunu merak ettim. Biliyordum biri vardı… Ama lanet olsun! Bir türlü anımsayamıyordum işte.”
-“Madem beni arayacaktın neden gitmemi istedin?”
-“Bilmiyorum.” Dedi Jinyoung. “Hatırlamıyorum… Ama o engel her ne idiyse artık yok. Beni senden uzak kalmak zorunda bırakan bir şey yok. Ne yaptığımı hatırlamıyorum ama affet beni.  Meğer senmişsin yıllar boyu aradığım… Yeniden buldum şimdi seni, ne söylersen haklısın, ne yaparsan yine öyle. Ama fark etmez, bu sefer izin vermeyeceğim gitmene.”

Jimin cevap vermedi çünkü konuşmak istemiyordu. Uzatılan mendilleri de geri çevirdi çünkü gözyaşlarını durdurmak da istemiyordu. Çantasından bir fotoğraf çıkarıp Jinyoung’a uzattı. Arkasındaki notta kendi el yazısını tanıması zaman almadı. Resmin üzerindeki tarih 7 yıl öncesine aitti.

“Beni seviyorsan ihtiyacım olan her şeye sahibim.” (The Clearing 2004)

-"Ama ben hatırlıyorum." dedi en sonunda Jimin. "Hiç unutmadım."