4 Aralık 2013 Çarşamba

Saturday Night Love -10.Bölüm-


                Hayatımdaki en önemli şeylerden birini o gün fark edeceğimi nereden bilebilirdim. “Bir cumartesi gecesiydi.” diyecektim… “O zaman anladım.”

Birine kendi kafandan uydurduğun karakteri vermek… Nasıl bir hastalıktı bu? Hyun Shik’in o özendiğim hayatı zamanla beni farklı düşüncelere itmişti. Sığ görünen ama birkaç adım sonra binlerce metre derinliğe ulaşan bir okyanus sanmıştım onu. Önce nasıl böyle sandım bilmiyordum ama anlamıştım ki onu tanımıyor oluşum onu olmadığı bir kişi yapmama neden olmuştu.

Shiru’nun yeni tuttuğu evinde kutlama yaptığımız geceydi. Hyun Shik pek konuşmazdı, o yüzden onu tanımak istiyorsanız sormalıydınız. Gerçi yine de bunu bile işe yaradığını söyleyemem. Ona âşık mıydım? Hayır, hiç sanmıyorum. Aşk böyle bir duygu olamazdı. Pekala, onsuz da yaşayabilirdim. Böyle bir aşk olur muydu? Hem daha onu tam anlamıyla tanımıyordum bile… Ama tanımak istiyordum orası kesindi. O yüzden ben bu duygunun adını merak koymuştum.
Pek çok konuda konuştuk, bir tanesi hariç. Ve ben en çok aşk hakkındaki düşüncelerini merak ediyordum. Ama gidip de ona “Aşk nedir?” diye soracak mıydım? Tabi ki hayır. En düşüncesiz insan bile aşk hakkında birkaç tumturaklı laflar edebilir. Bizim süslü cümleler kurma üstadı olan Hyun Shik mi edemeyecekti? Sonra benim karnım böyle laflara toktu. Ben gerçekçi bir şeyler arıyordum, hayatından içinden kopup gelen, acı oldu bir cevap… Ve bu cevabı almanın tek yolu vardı.

-“Bunu içimde tutmaktan yoruldum.” Dedim aldığım bütün oyunculuk derslerindeki bilgimi kullanarak. Her şeyimle oynuyordum bu kez rolümü…
-“Seni seviyorum.” Diye ekledim bir kahkaha patlamamak için zor tutarken kendimi. Ama harika bir yol bulmuştum, kendimi tebrik ediyordum bu fikrim için. Kimse böyle bir itiraf karşısında etkileyici sözler sarf edemez. Hyun Shik bile… Nitekim öyle de oldu.
-“Saçmalama.” Dedi. Hemen olması gerektiği üzere yükselttim sesimi:
-“Seni sevdiğimi söylüyorum, anlamıyor musun?”
-“Yalnızca sevdiğini sanıyorsun. Aslında hissettiğin şey aşk değil, hayranlık. Benim gibi olmak istiyorsun, bu yüzden bana hayransın.”

Bütün bunları söylerken oldukça sakin görünüyordu ama onu biraz tanıyan bile içinde fırtınalar koptuğunu anlardı. Benden beklenmeyen bu itiraf karşısında şaşırmış, afallamış ve gerçek olması düşüncesinin ağırlığı altında ezilmişti. Elini omzuma koydu, ben de sertçe ittim. Yanılmıştım, görünen arkasında bir şeyler yoktu. O sadece benim hayal ürünümdü. Neyse oydu Hyun Shik, sığ biriydi sadece, onu derinleştiren benim hayallerimdi.
Sonra bir an belki de rol yaptığımı anladığı için böyle konuşuyor diye düşündüm. Ama hayır, maalesef bu gerçekti. “Seviyorum.” Diyen bir insana “Sevdiğini sanıyorsun.” Diyecek kadar yüzeysel biriydi. Sinirle bağırdım:
-“Hayır! Hayranlık ve aşkı birbiriyle karıştıracak yaşta değilim ben. Sandığından çok daha fazla, çok daha ağır şeyler yaşadım. Bu yüzden bana akıl vermeye kalkmasan iyi edersin.”
O kadar şey konuştuktan sonra bunu hala anlamamış olması ne acıydı… Hala benim bazı şeyler hatırlatmak zorunda olmam… Nasıl da büyütmüştüm onu gözümde… Onun kadar gamsız olmayı istemiştim ben sadece, yoksa ondan akıl dinleyecek değildim.
-“Peki ya aşk? Beni tanımadan önce de birine âşık olmuş muydun?” diye sordu. Hayır, hayır hayır… Olamaz… Gerçekten de bu kadarlık bir insan olamaz. Zavallının aşk hakkında özgün bir fikri bile yoktu. Ona daha fazla bakmaya tahammül edemedim, başımı çevirdim.
-“İnsan kaç kez âşık olur ki zaten? Âşık olmak yemek içmek kadar sıradan bir şeye dönüşseydi bir anlamı kalmazdı.”
 -“Soruma cevap vermiyorsun. Öyleyse olmadın.”
Bu diyalog ne kadar da saçma bir yere geliyordu böyle… Söylüyor dinlettirmiyor, söylenenleri dinlemiyordu. Yeryüzünde daha önce binlerce kez söylenmiş sözleri gelmiş benim önümde tekrar ediyordu. Bir an şaka yapıp yapmadığını sormak istedim ama ona bile adam gibi bir cevap veremezdi. Her neyse, bu kadar yeterdi. Böyle biriyle daha fazla zaman harcayamazdım.

-“Biliyorum, benim sana âşık olmam korkutuyor seni. Çünkü sen beni, benim seni sevdiğim türde bir sevgiyle sevmiyorsun. Tamam, öyleyse bunları söylemediğimi varsay. Lütfen bu konuyu bir daha açmayalım.” Dedim alelacele. Çantamı alıp kapıya yöneldim.
-“Her şeyi yanlış anlıyorsun!” diye bağırdı arkamdan. Ben sinirden ağlamaya başlamışken Shiru’nun tüm bunları görmemiş olmasını dilerdim. Muhtemelen üzüldüğümü sanacak ve benim için üzülecekti. Keşke onu ve Nera’yı üzmemenin bir yolunu bulabilmiş olsaydım.
-“Unut gitsin!” diye bağırdım kapıyı çarparken. “Bütün bu saçmalıklarından sonra hala umurumda olduğunu mu sanıyorsun?”

***

                İki gün sonra Suho çalıştığım kitapçıya geldi. Ancak ayılmış olmalıydı. Ayrıca Hyun Shik ona her şeyi anlatmıştı, bu yüzden büyük bir şaşkınlık içerisindeydi geldiğinde. Onu sakinleştirip, iyi olduğuma ikna ettikten sonra oturup, uzun uzun açıkladım durumu.
-“Neden bana sormak yerine kendin tanımaya çalıştın?” diye sordu. “Göründüğü kadar yüzeysel biri olduğunu sana ben söyleyebilirdim.” Dedi gülerek.
-“Beni biliyorsun.” Dedim ben de gülerek. “Her şeyi kendim yaşayarak öğrenmek isterim. İnsanları da kendim tanımak isterim. Neyse, unuttum gittim bile.” Bir kahkaha attı:
-“Ama çok korkmuş görünüyordu.” Sonra birden ciddileşti, kolumu tuttu:
-“Ama şimdiden anlaşalım, bir daha benden habersiz kimseye hayalindeki karakteri vermek yok. Sonra böyle sorun çıkıyor işte, kimseye güvenmediğini biliyorum ama en azından bana güvensen?”
-“Anlaştık say. Ve bu konuda sana güveniyorum.” Dedim gülerek. Dudak büktü:
-“Sadece bu konuda mı?”

Ertesi günkü misafirim ise Nera’ydı. Benzer bir konuşmayı onunla da yaptım.
-“Senin ağzından duymadan inanmam mümkün değildi zaten.” Dedi. “Bizim manyak Luise, sap gibi birine âşık olamaz.”
-“Bir ben mi onun sap olduğunu anlamadım yani?” diye sordum kıkırdayarak.
-“İnsanları olduğu kişi gibi değil de kafandaki kişi gibi sanıyorsun.”
-“Bak bunda çok haklısın işte.”
-“Sana bir vereyim mi?” diye sordu gülerek. Başımla onayladım ama kesin bir muziplik yapacaktı.
-“Bunu duyduğumda aklıma ilk gelen şey Henry hyung oldu, hak etmiştin.”
-“Nera-ah! Ben ona öyle mi yapmıştım? Ben ondan karşılık veremeyeceğim için defalarca özür diledim ve bir kez bile ‘sevdiğini sanıyorsun’ demedim. Kimse kimsenin duygularını yargılayamaz çünkü. Eğer bu yargılamaya açık bir şey olsaydı “duygu”lar kişiye özel olmazdı.”
-“Tamam tamam, hemen kızma. Ama çok üzdün, bunu da inkâr etme.”
-“Keşke yapabileceğim bir şey olsaydı… Ama en azından dürüstçe davrandım ben.”
-“Biliyorum. Yine d geçen SM’e gittiğimde yine seni sordu. Seul’da olduğunu öğrenmiş.”
-“Geri döndü deseydin…”
-“Beni yalanları alet etme.” Dedi gülerek Nera. Sızlandım.
-“Ne yani? Beni böyle görsün de üzülsün mü istiyorsun?” diye sordum. “Neyse…” diye ekledim elimi havada sallayarak. Şimdi asıl heyecan verici konuya gelmenin vaktiydi:
- “Asıl haberler sende… Yongguk’la aranızda ne var?”

                Ertesi gün için Shiru’yu bekliyordum ama gelen Hyun Shik’ti.
-“Neden açmıyorsun telefonlarımı?”
-“Açıklamalarını dinlemek istemiyorum da ondan.”
-“Peki sorularıma cevap vermek ister misin?” Omuz silktim.
-“Kime yalan söyledin? Bana mı, Suho’ya mı?” diye sordu. Gülmeye başladım:
-“Suho ve Nera’ya yalan söyleyip, sana doğru söyleme ihtimalim kaç?”
-“Benimle alay mı ettin yani?” Arkamı döndüm ona:
-“Kişisel bir şey olduğunu sanma, sadece gerçek seni tanımak istemiştim ve amacıma ulaştım.”
-“Gerçek ben nasıl biriymiş peki?”
-“Bir djembesin. Güzel ses çıkarıyorsun ama için boş.”
-“İntikam mı alıyorsun?”
-“İntikam almak için öfkeli olmak gerekmez mi? Sana kızgın değilim. Hem, sana ne zaman iltifat ettim ki şimdi şaşırıyorsun? Eskisi kadar kibar olmadığım için mi? Sana saygı duyduğum içindi o, bir djembe olduğunu anlamadan önceydi. Şimdi… Hangi kitaba bakmıştınız?”


Pişman mıydım? Kesinlikle hayır. Bir daha karşılaşmayacağımızı umarak işime döndüm. O gittikten iki saat sonra Henry geldi. Sırtında keman çantası vardı:
-“Hayır, keman olmaz!” diye haykırdım. “Biliyorsun zaafım var.” Güldü.
-“Seni görmek de çok güzel. Bir şey söyleyeyim mi? İyi görünüyorsun.”
-“Söyleyen kişi sen olduğun için inanamayacağım.” Dedim.
-“Neyse, buraya bir şey sormak için geldim.”
-“Ah hayır…” diye sızlandım soracağı şeyi tahmin ederek. “Lütfen sorma.”
-“Öyle mi?” Dedi, cebinden iki kâğıt parçası çıkarıp bana uzattı:
-“TVXQ konserine bilet… Gelmek ister misin diye soracaktım ama madem istemiyorsun…”
Arkasını dönüp, gidecekmiş gibi yaptı. Hemen atıldım:
-“Soracağım demeden önce sorsan olmaz mı?”

                Cumartesi günü konsere giderken yalnız değildik elbette. Suho ve Nera’yı yanımda sürüklemiştim. İşin garip yanı Shiru’ydu. Telefonlarımı açmıyor, sanki sürekli benden kaçıyordu. Japonya’ya gitmişti o yüzden evini de basamıyordum. Nera’dan alıyordum haberlerini ya, sanki o ve Suho benden bir şeyler saklıyorlardı. Shiru’ya bir şey mi olmuştu? Hayır. Anlamadan onu kıracak bir şey mi yapmıştım? Hayır. Peki, telefonlarımı neden açmıyordu? Zaman bulamadığı için. İnanmamı bekledikleri bir dolu zırvalıklar… Ama Kore’ye döndüğünde ben bu işi açıklığa kavuştururdum.

Konsere gitmek için buluştuğumuz yerde Nera’yı beklerken sıkıntıdan patlamak üzereydi. En sonunda göründü ama yalnız değildi. Yanındaki uzun silueti biraz daha yaklaştıklarında tanıdım. Bir an için haykıracaktım ama son anda kendimi tutabilmiştim. Yongguk’tu bu. Nera’ya göz kırpıp, Suho’yu iteledim. Yol boyunca kıkırdamış ve bunun sonucu olarak Nera’nın azarlayan bakışlarına maruz kalmıştık. Sonuç olarak konser inanılmaz eğlenceli geçmişti. Nera ve Yongguk bizden ayrı takılmışlardı, bir ara Henry ile onları aramaya çıkınca yalnız kaldık ve ister istemez ciddi şeyler konuşmaya başladık.
-“Hayat nasıl gidiyor?” diye sordu.
-“Epilepsili hayat mı? Öncekiyle aynı gibi.”
-“Öyleyse neden şirketten ayrıldın?”
-“Bunun için endişelenme. Benim için daha iyi oldu.”
-“O zaman… Adına sevindim.”
Sessizlik… Sonra aynı anda konuştuk.
-“Luise…” “Henry…”
-“Önce sen söyle.” Dedim. Başını eğdi.
-“Hala bir şansım yok değil mi?”
-“Hala çok iyi arkadaşlar olabiliriz.”
-“Gerçekten buna inanıyor musun?” Gözlerine baktım. Aradığı cevap oradaydı.

                Konser çıkışında Changmin ve Yunho hyungu ziyaret etmek için kulise gittik. Girişimizde biraz sıkıntı olsa da en sonunda güvenlik görevlilerini aynı şirketteki idoller olduklarına ikna ettiler.  Bizi görünce hem şaşırdılar hem de sevindiler. Eğlenceli bir konuşma başladı. Yavaş yavaş ortalık sakinleşirken bir ara Changmin hyung yanıma geldi:
-“Kısa saç yakışmış.” Dedi. Güldüm.
-“Herkeste bir moral verme çabası, gayretinize hayranım. Bu arada konser inanılmazdı. Uzun zamandır böylesine çığlık attığımı hatırlamıyorum. Sahnedeyken çok farklısınız…”
-“Şirketten ayrıldığını duydum.”
-“Evet. Şimdi bir indie grubunda çalıyorum.”
-“Gerçekten mi? Konseriniz var mı? Ne zaman? Bana iki bilet versene.” Dedi. Gülmeye başladım:
-“Ne biletinden bahsediyorsun hyung? Adresi söyleyeyim ne zaman kaç kişiyle istersen gel.”
-“İyiymiş bu.”
-“Hala dalga geçiyorsun benimle, çok ayıp.”
                Güldükten sonra çantasından ufak bir kutu çıkarıp bana uzattı:
-“Biliyorum üzerinden bayağı zaman geçti ama bunu doğum günün için almıştım. Sonra ortadan kaybolunca veremedim. Bende kalmasın.”
Öylesine şaşırmıştım ki ağzım ister istemez açık kalmıştı. Parmağıyla çenemi yukarı itti:
-“Şimdi alay edebilirim işte.” Dedi.

Eve giderken Suho ne konuştuğumuzu sordu. Önce cevap vermedim, sonra konuşmaya başladım:
-“Biliyorsun ben buraya TVXQ’yu gördüğümde çok etkilendiğim için gelmiştim. SM’e de o yüzden girmiştim. Staj sürem boyunca onları görmek için neler yaptığımı unutamam.”
-“Onları kimse unutamaz.” Dedi gülerek.
-“Önce bunun sadece bir ‘fan’ olma olayından ibaret olduğunu düşünüyordum ama… Çıkış yaptıktan sonra daha fazla zaman geçirme imkânı buldum. Her zaman aramızdaki yaş ve kıdem farkında dolayı inanılmaz bir mesafe vardı ama… Yine de konuştuklarında, bu ikisi için de geçerli, onların farklı olduğunu anlayabiliyordum. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi?”
-“Tabi ki… İkisi de hayatımda tanıdığım en “içi dolu” insanlardan biri.”
-“Ben… Kimseyle konuşurken böyle hissetmemiştim. Bütün bu süre boyunca kalbim kafamda atıyor gibiydi. Saçmalayıp durdum.”
-“Tam olarak… Nasıl bir duygu?”
-“Benden tarif etmemi mi istiyorsun? Sözcüklere dökülebilecek kadar basit bir duygudan bahsetmiyorum ben. Sanırım bunun adı aşk. Ama anlamıyorum, insanlar kelimeleri bu duyguya nasıl layık görebiliyorlar? Kutsal bir şey olduğunu gerçekten göremiyorlar mı?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder