14 Eylül 2013 Cumartesi

Saturday Night Love -Shirushi-


             Tokyo, o gece de çoğu zaman olduğu gibi karlı ve soğuktu. Sokak lambasının sarı ve loş ışığı, kaldırımın kenarlarına birikmiş bembeyaz kar tanelerini sarı gibi gösteriyordu. Yolun iki yanındaki küçük ama ihtişamlı evlerin ışıkları bir bir sönüyordu. Gece gitgide daha da karanlık olmaya başlamıştı. Elimdeki ufak pembe bavul, bu sonunu göremediğim yoldaki tek yol arkadaşımdı. Kaç saattir yürüdüğüm ve nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Yalnızca yürüyordum işte… Attığım her adımda hayallerime biraz daha yaklaşıyor, biraz daha özgürleşiyordum.

             Loş sokak lambalarından birinin aydınlattığı, üzeri karlarla kaplı banka yaklaştım. Yorgunluktan ölmek üzereydim. Beyaz eldivenimi çıkarıp ve karları temizlemeye başladım. Elime aldığım her kar tanesi bir damla suya dönüşüyordu. Dışarıdan bakıldığında oldukça güzellerdi, fakat bu güzelliğe daha yakından bakmak istediğiniz anda yok oluyorlardı. Bir an onları kendime benzettim. Dışarıdan bakıldığında imrenilecek bir hayatım vardı, fakat bunun aslında böyle olmadığını benden başka kimse bilemezdi…

             1996 yılının Aralık ayında, tıpkı yola başladığım o gece gibi karlı bir gecede, hali vakti yerinde ve dışarıdan bakıldığında mutlu gözüken bir ailenin tek yumurta ikizi kızlarından 3 dakika büyüğü olarak dünyaya gelmiştim. Çocukluk yıllarım, hayatımın en güzel yıllarıydı. Oyun oynayacak bir arkadaş aramama gerek yoktu çünkü ikizim, Shinku, her zaman yanımdaydı. Bazen oyun arkadaşı, bazen düşman, bazen de abla-kardeştik. Kişilik olarak tamamen zıt olsak da, bizi birbirimize bağlayan bir şey vardı… Sevgi.

             Evde en iyi anlaştığım kişi Shinku’ydu. Shinku annemle de, babamla da çok iyi anlaşırdı fakat ben bunu beceremezdim. Babam, şu ana kadar gördüğüm en katı insandı. Her şeyin kendi dediği gibi olmasını istiyordu. Annem de ondan farklı sayılmazdı… Okulumuzu, mesleğimizi, evleneceğimiz kişiyi, kısacası geleceğimizi onlar belirlemek istiyordu. Shinku bana kıyasla çok daha sessiz biri olduğundan onlara karşı çıkamıyor, boyun eğmek zorunda kalıyordu. Fakat ben buna boyun eğemezdim.

             Benim bir hayalim vardı. Gerçekleştirmek uğruna her şeyi yapabileceğim bir hayalim… Bu hayalin tek bir anında bile ailemin düşüncelerine, isteklerine yer yoktu. Her şey benim istediğim gibi olmalıydı. Her şey benim mutlu olacağım şekilde olmalıydı. Çünkü bu hayatı yaşayacak olan bendim. Ne babam, ne annem, ne de bir başkası… Yalnızca ben.

             Küçükken annem ve Shinku ile katıldığım sıradan bir pazar ayininde kilise korosunun seslendirdiği ilahileri dinledikten sonra karar vermiştim. Müzik, benim tek hayalim olacaktı. 5 yaşından beri piyano çalıyordum. Muazzam bir piyanist değildim belki fakat müziğe olan yeteneğim tartışılamazdı. Sesim de fena sayılmazdı. O tek yaptığı şey parıltılı kıyafetlerle dans etmek olan sözde yıldızlardan daha iyi olduğum da aşikârdı. Evet, evet! Kesinlikle bir müzisyen olmalıydım! Kendimi ne bir doktor, ne bir mühendis, ne de ailemin istediği gibi bir avukat olarak hayal edebiliyordum. Hayallerimde olan tek şey müzik değildi. Müzik, benim tek hayalimdi.

             Üzerinden yıllar geçti. Önceden ailem “Çocukluk hevesidir, geçer…” dese de geçmedi, geçmeyecekti. Kararlarımı bir kez verirdim. O gün kararımı vermiştim, müzisyen olmalıydım.

             Lise bitmişti. Shinku, hayalinin bir avukat olmak olduğunu söylüyordu. Fakat aslında bu hayalin onun değil, anne ve babamın hayali olduğu gün gibi ortadaydı. İçten içe onun da avukat olmak istemediğini hissedebiliyordum. Ona defalarca beraber hayallerimizin, gerçek hayallerimizin, peşinden gitmeyi denemeyi teklif etsem de nafileydi. O kadar korkaktı ki, bu dediğimi yapacak cesareti kendinde bulamıyordu. Ama ben artık gözümü karartmıştım. Ne olursa olsun hayallerimin peşi sıra sürüklenecektim. Gerçek dünyanın benim yaşadığım el bebek gül bebek dünyaya benzemediğinin gayet de farkındaydım. Karşıma çıkabilecek her türlü tehlikeye de, her türlü iğrençliğe de hazırdım. Dışarıda yaşayacağım en iğrenç hayat bile şu ankinden daha beter olamazdı.

             Bir seçim yapmam gerekiyordu. Ya ailemin benim için çizdiği yolda, onların sınırladığı çizgilerle yürüyecektim ya da kendi yolumu kendim çizecek, gökyüzünde başıboş bir kar tanesi gibi savrulacaktım. Binlerce kar tanesiyle beraber ama tek başıma…

             Gökyüzünde yalnız bir kar tanesi olmayı bir piyon olmaya yeğlerdim. Kararım kesindi. Sonunda ne olacağını bilmediğim bir yolculuk için hazırlıklara başlamıştım. Bu gece yola çıkıyordum. Ne bir dakika erken, ne de bir dakika geç…

             Dünyaya gelişimizin 17. yıldönümüydü. Ben bavulumu hazırlamakla meşgulken ev halkı derin bir uykudaydı. Shinku hariç. Zavallı kızcağız ben bavulumu hazırlarken tek kardeşini bir daha göremeyecek olma düşüncesini aklına getirmekten dahi korkuyordu. Tıpkı üzerindeki beyaz gecelik gibi beyaz çarşaflı yatağın üzerine oturup boş bakışlarla yerdeki halıyı seyrediyor, ara sıra ise hüzünlenip ağlıyordu. Onu böyle görmek canımı yakıyordu. Birkaç kıyafet, eski fotoğraflar, günlüğüm ve notalarımı ufak bavuluma tıkıştırdıktan sonra yanına oturdum. Hiçbir şey söylemeden yalnızca onu kollarımın arasına aldım. Sıcak gözyaşları kolumu ıslatıyordu. Yavaşça başını kendime doğru çevirerek elimle gözyaşlarını sildim. O an ağzımdan çıkabilen tek sözcük “Ağlama.” oldu. Benim gibi bir kız için ağlamak, gözyaşlarının boşa gitmesi demekti. Ağlamaktan kızarmış ela gözlerinin altındaki kırmızı yanaklarına bir öpücük kondurarak “Bir gün mutlaka tekrar görüşeceğiz.” dedim. Hemen ardından hızlıca eldivenimi giyip şapkamı başıma geçirerek odadan çıktım. Peşimden gelmiyordu. Zaten veda etmeyi oldum olası sevmediğimi bilirdi. Sessizce dış kapıyı kapattım ve sevimli yol arkadaşımı, ufak pembe bavulumu, sağ elime alıp yürümeye başladım.

             Yola çıkmadan önce planımı yapmıştım. Ertesi gün SM Town’ın Japonya seçmeleri vardı. Ne yapıp etmeli, bir şekilde o şirkete girmeliydim. SM olmazsa başka bir şirketin seçmelerine katılacaktım. Birinden biri beni mutlaka almalıydı. İyi piyano çalıyordum, sesim fena sayılmazdı, yaz tatillerinin büyük bir çoğunluğunu Kore’de geçirdiğim için çat pat Korece de biliyordum. Fakat önümde seçmeyi geçmekten daha önemli bir sorun vardı,  bu gece nerede kalacaktım?

             Saatlerdir bilmediğim sokaklarda yürüyordum ve şu ana kadar kalacak bir yere ihtiyacım olduğunu düşünmemiştim. Derhal oturduğum banktan kalkıp üzerimdeki kar tanelerini temizleyerek yol arkadaşımı, bavulumu, elime aldım. Önce ucuz bir otel bulup geceyi orada geçirmeyi düşündüm. Yanımda 5000 Yen vardı. Kendi çizeceğim yolda ailemin tek kuruşunun bile olmasını istemiyordum. Geçen ay birkaç günlüğüne ufak bir işte çalışmıştım. Kazanabildiğim ise yalnızca 5000 Yen’di… Bu para beni birkaç günden fazla idare etmezdi. Eğer otelde kalacak olursam ertesi gün aç gezebilirdim. Bu yüzden otelde kalma fikrinin üzerine bir çizik atarak hızlı tren istasyonuna doğru yürümeye başladım.

             250 Yen ödeyerek seçmelerin yapılacağı yere gitmek üzere bir bilet aldım. Şanslıydım ki son treni kaçırmamıştım. Bu geceyi dışarıda geçirmeliydim, sonrasında kalacak bir yer elbette ki bulunurdu. Oturma yerlerinden birine geçerek sessizce treni beklemeye başladım. İstasyonun öteki ucunda sarhoş olduğu her halinden belli olan birkaç orta yaşlı adam şaşkın bakışlarla beni süzüyorlardı. Belki de iyi giyimli bir genç kızın elinde bavuluyla gecenin bir yarısı sokaklarda dolaştığını görünce fahişe damgası yapıştıracak kadar sığ görüşlüydüler... Bakışları beni tiksindirmişti fakat artık bu gibi şeylere alışmalıydım. Zaten yola çıkarken bu dünyanın benim yaşadığım dünyaya benzemediğinin de farkındaydım. Her şeyi göze almıştım ve katlanmak zorundaydım.

             Kısa tren maceramın ardından nihayet Avex’in binasına, seçmelerin yapılacağı binaya, varmıştım. Şanslıydım ki seçmeler için başka şehirlerden, hatta başka ülkelerden gelenler hazırlıklı gelmişti. Çadır kuranlar dahi vardı. İçlerinden birinin çadırında kalıp kalamayacağımı sorduğumda ise seve seve kabul ettiler. Heyecan içinde ertesi gün için hayaller kurarak uykuya dalmıştım.

             Ertesi gün her şey tıkırında gitmişti. O kadar kişi arasından yalnızca iki kişiyi seçmişlerdi ve biri de bendim. Seçilen diğer kız biraz tuhaf bir tipe benziyordu. Başta ondan pek hoşlanmadığım için sonradan haksızlık ettiğimi düşüneceğim hiç aklıma gelmezdi…

             Sonunu bilmediğim o yolda yürümeye başladığım günden itibaren hayatım hızla değişti. Sanki şimdi kafesinden kaçan bir kuş gibiydim. Zayıftım ama özgürdüm. Bu, her şeye değerdi…

***

2 yorum:

  1. Anlatımını seviyorum şiru.Hikayeyi de sevdim.

    YanıtlaSil