Loş sokak lambalarından birinin aydınlattığı, üzeri karlarla
kaplı banka yaklaştım. Yorgunluktan ölmek üzereydim. Beyaz eldivenimi çıkarıp
ve karları temizlemeye başladım. Elime aldığım her kar tanesi bir damla suya
dönüşüyordu. Dışarıdan bakıldığında oldukça güzellerdi, fakat bu güzelliğe daha
yakından bakmak istediğiniz anda yok oluyorlardı. Bir an onları kendime
benzettim. Dışarıdan bakıldığında imrenilecek bir hayatım vardı, fakat bunun
aslında böyle olmadığını benden başka kimse bilemezdi…
1996 yılının Aralık ayında,
tıpkı yola başladığım o gece gibi karlı bir gecede, hali vakti yerinde ve
dışarıdan bakıldığında mutlu gözüken bir ailenin tek yumurta ikizi kızlarından
3 dakika büyüğü olarak dünyaya gelmiştim. Çocukluk yıllarım, hayatımın en güzel
yıllarıydı. Oyun oynayacak bir arkadaş aramama gerek yoktu çünkü ikizim, Shinku,
her zaman yanımdaydı. Bazen oyun arkadaşı, bazen düşman, bazen de
abla-kardeştik. Kişilik olarak tamamen zıt olsak da, bizi birbirimize bağlayan
bir şey vardı… Sevgi.
Evde en iyi anlaştığım kişi Shinku’ydu. Shinku annemle de,
babamla da çok iyi anlaşırdı fakat ben bunu beceremezdim. Babam, şu ana kadar
gördüğüm en katı insandı. Her şeyin kendi dediği gibi olmasını istiyordu. Annem
de ondan farklı sayılmazdı… Okulumuzu, mesleğimizi, evleneceğimiz kişiyi, kısacası
geleceğimizi onlar belirlemek istiyordu. Shinku bana kıyasla çok daha sessiz
biri olduğundan onlara karşı çıkamıyor, boyun eğmek zorunda kalıyordu. Fakat
ben buna boyun eğemezdim.
Benim bir hayalim vardı. Gerçekleştirmek uğruna her şeyi yapabileceğim
bir hayalim… Bu hayalin tek bir anında bile ailemin düşüncelerine, isteklerine
yer yoktu. Her şey benim istediğim gibi olmalıydı. Her şey benim mutlu olacağım
şekilde olmalıydı. Çünkü bu hayatı yaşayacak olan bendim. Ne babam, ne annem,
ne de bir başkası… Yalnızca ben.
Küçükken annem ve Shinku ile katıldığım sıradan bir pazar ayininde
kilise korosunun seslendirdiği ilahileri dinledikten sonra karar vermiştim.
Müzik, benim tek hayalim olacaktı. 5 yaşından beri piyano çalıyordum. Muazzam
bir piyanist değildim belki fakat müziğe olan yeteneğim tartışılamazdı. Sesim
de fena sayılmazdı. O tek yaptığı şey parıltılı kıyafetlerle dans etmek olan
sözde yıldızlardan daha iyi olduğum da aşikârdı. Evet, evet! Kesinlikle bir
müzisyen olmalıydım! Kendimi ne bir doktor, ne bir mühendis, ne de ailemin
istediği gibi bir avukat olarak hayal edebiliyordum. Hayallerimde olan tek şey
müzik değildi. Müzik, benim tek hayalimdi.
Üzerinden yıllar geçti. Önceden ailem “Çocukluk hevesidir,
geçer…” dese de geçmedi, geçmeyecekti. Kararlarımı bir kez verirdim. O gün
kararımı vermiştim, müzisyen olmalıydım.
Lise bitmişti. Shinku, hayalinin bir avukat olmak olduğunu
söylüyordu. Fakat aslında bu hayalin onun değil, anne ve babamın hayali olduğu
gün gibi ortadaydı. İçten içe onun da avukat olmak istemediğini hissedebiliyordum.
Ona defalarca beraber hayallerimizin, gerçek hayallerimizin, peşinden gitmeyi
denemeyi teklif etsem de nafileydi. O kadar korkaktı ki, bu dediğimi yapacak
cesareti kendinde bulamıyordu. Ama ben artık gözümü karartmıştım. Ne olursa
olsun hayallerimin peşi sıra sürüklenecektim. Gerçek dünyanın benim yaşadığım
el bebek gül bebek dünyaya benzemediğinin gayet de farkındaydım. Karşıma
çıkabilecek her türlü tehlikeye de, her türlü iğrençliğe de hazırdım. Dışarıda
yaşayacağım en iğrenç hayat bile şu ankinden daha beter olamazdı.
Bir seçim yapmam gerekiyordu. Ya ailemin benim için çizdiği
yolda, onların sınırladığı çizgilerle yürüyecektim ya da kendi yolumu kendim
çizecek, gökyüzünde başıboş bir kar tanesi gibi savrulacaktım. Binlerce kar
tanesiyle beraber ama tek başıma…
Gökyüzünde yalnız bir kar tanesi olmayı bir piyon olmaya
yeğlerdim. Kararım kesindi. Sonunda ne olacağını bilmediğim bir yolculuk için
hazırlıklara başlamıştım. Bu gece yola çıkıyordum. Ne bir dakika erken, ne de bir
dakika geç…
Dünyaya gelişimizin 17. yıldönümüydü. Ben bavulumu
hazırlamakla meşgulken ev halkı derin bir uykudaydı. Shinku hariç. Zavallı
kızcağız ben bavulumu hazırlarken tek kardeşini bir daha göremeyecek olma
düşüncesini aklına getirmekten dahi korkuyordu. Tıpkı üzerindeki beyaz gecelik gibi beyaz çarşaflı yatağın üzerine oturup boş
bakışlarla yerdeki halıyı seyrediyor, ara sıra ise hüzünlenip ağlıyordu. Onu
böyle görmek canımı yakıyordu. Birkaç kıyafet, eski fotoğraflar, günlüğüm ve
notalarımı ufak bavuluma tıkıştırdıktan sonra yanına oturdum. Hiçbir şey
söylemeden yalnızca onu kollarımın arasına aldım. Sıcak gözyaşları kolumu ıslatıyordu.
Yavaşça başını kendime doğru çevirerek elimle gözyaşlarını sildim. O an
ağzımdan çıkabilen tek sözcük “Ağlama.” oldu. Benim gibi bir kız için ağlamak,
gözyaşlarının boşa gitmesi demekti. Ağlamaktan kızarmış ela gözlerinin
altındaki kırmızı yanaklarına bir öpücük kondurarak “Bir gün mutlaka tekrar
görüşeceğiz.” dedim. Hemen ardından hızlıca eldivenimi giyip şapkamı başıma
geçirerek odadan çıktım. Peşimden gelmiyordu. Zaten veda etmeyi oldum olası
sevmediğimi bilirdi. Sessizce dış kapıyı kapattım ve sevimli yol arkadaşımı, ufak
pembe bavulumu, sağ elime alıp yürümeye başladım.
Yola çıkmadan önce planımı yapmıştım. Ertesi gün SM Town’ın
Japonya seçmeleri vardı. Ne yapıp etmeli, bir şekilde o şirkete girmeliydim. SM
olmazsa başka bir şirketin seçmelerine katılacaktım. Birinden biri beni mutlaka
almalıydı. İyi piyano çalıyordum, sesim fena sayılmazdı, yaz tatillerinin büyük
bir çoğunluğunu Kore’de geçirdiğim için çat pat Korece de biliyordum. Fakat
önümde seçmeyi geçmekten daha önemli bir sorun vardı, bu gece nerede kalacaktım?
Saatlerdir bilmediğim sokaklarda yürüyordum ve şu ana kadar
kalacak bir yere ihtiyacım olduğunu düşünmemiştim. Derhal oturduğum banktan
kalkıp üzerimdeki kar tanelerini temizleyerek yol arkadaşımı, bavulumu, elime
aldım. Önce ucuz bir otel bulup geceyi orada geçirmeyi düşündüm. Yanımda 5000 Yen
vardı. Kendi çizeceğim yolda ailemin tek kuruşunun bile olmasını istemiyordum.
Geçen ay birkaç günlüğüne ufak bir işte çalışmıştım. Kazanabildiğim ise yalnızca
5000 Yen’di… Bu para beni birkaç günden fazla idare etmezdi. Eğer otelde
kalacak olursam ertesi gün aç gezebilirdim. Bu yüzden otelde kalma fikrinin
üzerine bir çizik atarak hızlı tren istasyonuna doğru yürümeye başladım.
250 Yen ödeyerek seçmelerin yapılacağı yere gitmek üzere bir
bilet aldım. Şanslıydım ki son treni kaçırmamıştım. Bu geceyi dışarıda
geçirmeliydim, sonrasında kalacak bir yer elbette ki bulunurdu. Oturma
yerlerinden birine geçerek sessizce treni beklemeye başladım. İstasyonun öteki
ucunda sarhoş olduğu her halinden belli olan birkaç orta yaşlı adam şaşkın
bakışlarla beni süzüyorlardı. Belki de iyi giyimli bir genç kızın elinde
bavuluyla gecenin bir yarısı sokaklarda dolaştığını görünce fahişe damgası
yapıştıracak kadar sığ görüşlüydüler... Bakışları beni tiksindirmişti fakat
artık bu gibi şeylere alışmalıydım. Zaten yola çıkarken bu dünyanın benim yaşadığım
dünyaya benzemediğinin de farkındaydım. Her şeyi göze almıştım ve katlanmak
zorundaydım.
Kısa tren maceramın ardından nihayet Avex’in binasına,
seçmelerin yapılacağı binaya, varmıştım. Şanslıydım ki seçmeler için başka
şehirlerden, hatta başka ülkelerden gelenler hazırlıklı gelmişti. Çadır kuranlar
dahi vardı. İçlerinden birinin çadırında kalıp kalamayacağımı sorduğumda ise
seve seve kabul ettiler. Heyecan içinde ertesi gün için hayaller kurarak uykuya
dalmıştım.
Ertesi gün her şey tıkırında gitmişti. O kadar kişi
arasından yalnızca iki kişiyi seçmişlerdi ve biri de bendim. Seçilen diğer kız
biraz tuhaf bir tipe benziyordu. Başta ondan pek hoşlanmadığım için sonradan
haksızlık ettiğimi düşüneceğim hiç aklıma gelmezdi…
Sonunu bilmediğim o yolda yürümeye başladığım günden
itibaren hayatım hızla değişti. Sanki şimdi kafesinden kaçan bir kuş gibiydim.
Zayıftım ama özgürdüm. Bu, her şeye değerdi…
***
Anlatımını seviyorum şiru.Hikayeyi de sevdim.
YanıtlaSilTeşekkür ederim. Çok mutlu oldum. *-*
Sil