16 Eylül 2013 Pazartesi

Saturday Night Love -Neftis Nera-



Sanata aşk, ilk görüşte olur derler... Müziğe, felsefeye, edebiyata, dansa ve tiyatroya, her birine, ilk görüşte aşık olur insan. Bir tutulmadır ki bu sormayın gitsin. Ben de, bundan 10 yıl önce tutuldum sanata. En çok da müziğe. Bazı şarkılar, resimler, şiirler ve öyküler vardır, her bir katmanı bir duygumuzu, anımızı çekip çıkartır ruhumuzun kırgın dehlizlerinden. Ben, 8 yaşındaki Taiga, sadece okuyan ve çizen bir çocuktum. Sanata olan aşkımdan değil ama, yazar ve çizerken, hiçbir şeyden almadığım keyfi almamdandı bu. Bir gün, benden bir 8 yaş büyük olan kuzenim elinde bir film ile çıkagelmişti: 2pac Ressurrection. Ben hayatımda ilk defa bir melodide kendimi bu denli kaybettiğimi hatırlıyorum. Rap'in akışı, sözleri ve tüm o duyguları... Çok sonradan Tupac Shakur'un, dünyanın gördüğü en usta hiphop ozanı olduğunu öğrenecektim. Hayat böyledir işte, önemsiz birinden size gelen önemsiz bir şey bir anda hayatınızın amacı olabilir.


***

Babam oldukça tanınmış bir fotoğrafçı idi. Bazen altı ay süren doğa fotoğrafçılığı gezilerine katılırdı. Kimi zaman bende onunla giderdim. Fransa, İspanya, İtalya, İngiltere... Buralarda kimi zaman bir yılı aşkın kaldığımız olurdu. Okullar bu yüzden benim bir numaralı düşmanımdı. Baktı ki, ailem bendeki bu seyahat etme dürtüsünü engelleyemeyecekler, dışarıdan eğitime geçiş yaptım. İnteraktif eğitim de deniyor buna, bilgisayar aracılığıyla derslerinizi aradan çıkartıp bir yandan da, geri kalan tüm aktivitelerinize zaman ayırabiliyorsunuz. Üstelik, bu sosyal hayattaki özgürlüğümden ötürü, büyük bir disiplinle sınavlarına çalışıp geçtiğim üniversite, ülkenin hatta dünyanın en iyilerinden, Seul Üniversitesi. Üstelik üniversitenin yanında, bir hobi edinmiştim; Latin Dilleri. Fakat en eski tutkum hala süregeliyordu. Hala içimde müzik aşkıyla yanıp tutuşuyordum ama müzik okullardan öğrenilmez. Müzik insanın içinde var olan bir ihtirastır. Bu ihtiras elbet bir gün dışarı çıkma yolu bulur ama okullar bu ihtirasın dışa vurumunu kolaylaştırmasına rağmen, kalıba sokar, özgünlüğünü ve özelliğini, öznelliğini yitirmesini sağlar. Bu yüzden, felsefe okumaya başladım. Bir yandan da, 13 yaşından beri içinde bulunduğum underground kültüründe, kendi yerimi oturtmaya çalışıyordum. Kore'de hiphop şaka değildir. Şirketler, sözleşmeler, maaş çekleri... Hiphop, ekonomik özgürlüğünü yitirmiş bir adamdır Kore'de. Yeteneklidir ve başarılıdır ama varlığı ile yokluğu birkaç kağıt parçasına bağlıdır. 

Bende tam böylesine bir ortamda büyüdüm. Çok geçmeden Buckwilds'a katıldım. Burada, ömürlük arkadaşlar edindim. Bir süre sonra, Jungle Entertainment'a davet edildim. Burada Loptimist ile tanıştım ve müziğim old school semalarından, senfonik ve daha pesimist  bir hiphop anlayışına dönüştü.  Burada çaylak bir prodüktör olarak 2 yıla yakın çalıştım, 2011'in son demlerindeyse, Woollim çatısı altında tamamen kendi emeklerimin ve iç dünyamın ürünü olan albümüm ile çıkış yaptım. Albümüm, fiziksel satışlarda pek kayda değer bir başarı gösteremedi fakat dijital satışlarda yüksek bir ivme yakalamıştım. Her şey iyiydi, bir çaylağa göre oldukça popüler olmuştum. İnsanlar beni Yoon Mi Rae'nin gençlik hali olarak bile görmeye başlamışlardı. İdol olmadığım için de, halkın bir nebze sevgisini kazandığımı söyleyebilirim. Ayrıca, diğer Koreli kadın rapçiler gibi, kulak tırmalayan bir sesim de yoktu. (Bunun sebebi, Koreli olmamam da olabilir tabii. 18 yaşında bir zainchi baba ile bir Türk annenin ürünüyüm ben.) Ne olursa olsun başarılı olmuştum ve ikinci albümüm için hazırlanmaya başlamıştım bile. Derken, artık Woollim'i alt şirketi haline getirmiş SME'den bana bir teklif geldi. Bir proje grup teklifiydi. SM'de bir süredir stajyer olan kızlarla birlikte "La Dolce Vita" adında bir proje grubuna davet edilmiştim. Şaşırmıştım. Oldukça... İlginç bir teklif idi ama kesinlikle hoşuma gitmemişti. İlk olarak kesinlikle bir idol olmak istemiyordum, ayrıca solo halimle oldukça mutluydum. Olası grubumuzun üyeleriyle anlaşamayabilirdim. Dans koreografilerinde problem yaşayabilirdim. (Klasik Latin dansları alanında iyi olmak demek, modern dansta başarılı olabilirsiniz demek değil ne yazık ki.) Grup başarısız olursa, kariyerim mahvolabilirdi. En önemlisi ise, SM'in ağır koşulları ve oldukça rahatsız edici "müzikten çok her şey" anlayışı, bana uymadığında kaçış yolum olmayabilirdi. 

Yarın beni ilk önce bir elemeden geçirecekler, olası üyelerle tanıştıracaklar ve grubu onaylayıp onaylamadığıma bağlı olarak yeni bir üye arayışı içine girilecekti. Gitmeyi düşünmüyordum. Telefonla reddettiğimi bildirebilirdim değil mi?

Ertesi gün, elemelere gittim.

Neden bilmiyorum ama, ayaklarım bir şekilde götürmüştü beni SME ana binasına. Elemeler benim için çocuk oyuncağıydı. Şarkı söyleme ve modern dans hariç, klasik dans, rap, enstrümanlar ve "üretim" basamaklarını başarıyla geçtim. Ertesi gün bir kez daha gelmemi söylediler.

Ertesi gün, olası üyelerle tanışmaya gittim.

Bu sefer biraz heyecanlıydım. Hayatıma yeni insanlar ne zaman girecek olsa heyecanlanırdım zaten... Görevlilerin yönlendirmesi ile, bina içersinde olabileceğini tahmin etmeyeceğiniz kadar büyük bir prova odasına girdim. İçeride elemeleri geçmiş 20 kişi vardı. Hepsi hala stajyerlerdi fakat yakında bir proje grubuyla çıkış yapacaklardı. Burada, dünkü elememizin ikili kapışma halinde olacak bir versiyonu vardı. Başta telaşlandım. Fakat sonra kendimi "Unutma, sen buraya sadece eğlence için geldin." diyerek telkin ettim. Her birimize birer numara yazılı ufak kağıtlar verdiler. Benim eşim 223 numaraydı. Uzun sarı saçları olan hoş bir kızdı rakibim. Pekala yeni bir SNSD'nin üyesi olabilirdi. Yaklaşık 3 kapışmanın ardından sıra bana ve 223'e geldi. Sahneye çıktık, arkamızda devasa bir ekran vardı. Oradan bir sayı seçmemizi istediler. Ben 7'yi, 223 ise 5'i seçti.7 yazılı butona tıkladığında görevli, ekranda büyük harflerle ENSTRÜMAN YATKINLIĞI yazıyordu. 5'in ardındansa, ekran yeniden büyük harflerle yazılan bir kelimeye ev sahipliği yaptı: VOKAL YATKINLIĞI. Sahnenin kenarında duran ufakça bir yere gidip bir müzik aleti seçmem istendi. Sırasıyla flüt, keman, piyano, elektro gitar, geleneksel birkaç Kore çalgısı, çello, akustik gitar ve bas gitar vardı. Gözlerim bas gitarın üzerinde uzunca bir süre oyalandı. Akabindeyse, bas gitarı elime aldığım gibi sahneye çıktım. Doğaçlama yapacaktık. Bir süre, sahnenin ortasında düşündüm, ne çalmalıydım? En sonunda, Eric Clapton'ın klasikleşmiş parçası olan Layla'nın bas gitar uyarlamasını yapmaya karar verdim. Zordu fakat 3 yaşından beri gitarlarla haşır neşir olan ben için "o kadar da" zor değildi. Şarkıyı bitirdiğimde, salondan uzunca bir süre alkış aldım. Mutluydum. Muvaffak olmuştum. Sıra 223'e geldiğindeyse, kızın seçimi tıpkı benim gibi klasiklerden yana olmuş, Nina Simone'dan Ne Me Quitte Pas'yı söylemişti. Bana göre muazzam gelen bu performans sonrasında, salonda bir alkış tufanı kopmuştu. Fakat gelin görün ki, sıra kazananı belirlemeye geldiğinde ben tam puana yakın bir sonuç elde ederken, 223 numara benim çok az, vürgülden sonraki rakamlar kadar az ve önemsiz birkaç "başarısızlık" gerimde kalmıştı. Kıza üzülmüş, kendi adıma mutlu olmuştum. Benden sonra, yüz hatlarından benim gibi melez olduğu belli olan bir kız -Annaluise idi sanırım adı- ile, bodur, çatık kaşlı bir kız tesadüfi ikisine de vokal yatkınlığı çıkmasından dolayı bir düet yapmışlardı. Şarkıları Beyoncé'den "Halo" idi. Annaluise'in karşısında, diğer kızın hiç şansı yoktu çünkü daha ilk notadan itibaren adeta döktürmüştü. Kore'nin en iyi sesleri olarak lanse edilen bir Hyorin bir Ailee bir ALi bir Lyn idi. Hem hiç biri, hem sadece biri hem de hepsiydi ve bu ona hem alışılagelmedik hem de yenilmez bir ses veriyordu. Kapışmanın galibi ilk andan beri belliydi... 

Bir süre hava almak için dışarı çıktım. Döndüğümdeyse, pembeler içerisinde, şirince bir kız sahnede Ikimono Garaki'den "Blue Bird"ü söylüyordu. Telaffuzuna bakılırsa, Japon olmalıydı. Sesi oldukça kendine hastı. Büyüleyici görünüyordu sahnede.

Binayı terk ettim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder