10 Eylül 2013 Salı

Kürk Mantolu Madonna / Saçları Saman Sarısı Kirpikleri Mavi (One Shot)


"Yıllardan 1960 idi. Tabii yanlış hatırlıyor da olabilirim. Bilirsin, bizlerin zamanında her şey bu kadar kat'i değildi." Son cümlesini söylerken gözlerinden eskiye duyulan bir özlemin gölgesi geçip gitti. "O zamanlar Hong Kong'daydım. Babam vefat edeli nereden baksan bir 3 ay olmuştu. Ah... Sahi! Şaşırmış olmalısın. Babasının yasını tutmak yerine ülkeler arası gezen bir genç kız... 'Ne vefasız kızmış!' diyor olmalısın içinden. Tam düşündüğün gibi biriyim aslında. Çünkü babam benim için hiçbir zaman BABAM  olamadı. Ya da olmadı... Kim bilir. Benimle pek alakadar olmazdı. Bir sarılma, bir sırt sıvazlama, baş okşama... Bunların hiç birine tanık olmadım. Üstelik ailemiz öyle parçalanmış, trajedilerle dolu türden bir aile değildi. Öyle ki, babam annemi dünya üzerindeki her şeyden çok severdi. Beni neden hiçbir zaman o denli sev(e)medi diye çok düşünmüşümdür. Üvey olduğumdan bile şüphelendim hatta. Fakat ne yazık ki değildim... Problemin ne olduğunu fark ettiğimde 20'lik genç bir hanım olmuştum çoktan. Problem ben ya da babam değildi. Problem babamın sevgi limitindeydi. O kadar sevecen bir adamdı ki, hem herkes onu hem de o da herkesi severdi. Ve bir gün, hoop! Sevgisi tükeniverdi." Yaşlı kadın bana uzunca gelen bir süre boyunca duraksadı. Gözleri çoktan nemlenmişti bile. "Çok geçmeden de babam vefat etti." dedi sonunda. Oldukça ilginçleşiyordu hikayesi. Devam etmesi için hiçbir şey söylemedim. "Babam vefat ettiğinde annemle bana oldukça yüklü bir miktar miras kaldı. Fakat mal mülk annemin umurunda değildi. Babamla birlikte onunda ruhu göçüp gitmişti. Gözleri delilikle algı eksikliği arasındaki ince çizginin tam ortasında gibiydi. Bütün gün ibadet ediyordu. Bir süre sonra annemin bu halleri, evdeki ölüm havası beni boğmaya başladı. Babamdan kalan mirasın kendi payım kadarını aldım ve bir nisan sabahı kapıyı çekip çıktım. Yanımda sadece kol çantam vardı. Ne bir kıyafet ne bir eşya...

Ruhumu iyileştirmek adına beynelmilel bir geziye çıkma kararı almıştım. İlk işim bir gara gidip kendime bir bilet almak oldu bu yüzden. Yolculuğumun ilk rotası filozofların şehri Atina idi. Adını Atheha'nın vermiş olduğu bu kültür yuvası kente gitmek için adeta heyecandan ölüyordum. Uzun yolculuk faslından sonra, kendimi Ege'nin milyonlarca yıllık topraklarına bıraktığımda, ilk hissettiğim tarifi imkansız bir hayal kırıklığı oldu. Atina, o hayallerimdeki görkemli Atina değildi... Uzunca bir süre şehri yokladım. Yo, yo... Bu benim Atina'm olamazdı, bu yozlaşmış ve aciz Atina... Oradan Akdeniz'in sıcakkanlılığına bıraktım kendimi. Dünya'nın en büyük imparatorluğunun merkezinde, togalı, cesur yürekli ve aslan gibi geniş göğüslü erkekler, Venüs kadar güzel kadınlar bekleyen ben, İtalyanların ve Roma'nın bu minyon ve hayatın "sorumlulukları" altında ezilmiş hallerine çok şaşırmış, yine aradığımı bulamamanın verdiği o düşkırıklığıyla modanın ve aşkın başkenti Paris'e şöyle bir göz kırpmış, orada da mutlu olamayınca son çare soylu Londra'yı denemiştim. Hiç birinde de aradığımı bulamadığımı düşünüyordum. Çok sonradan fark ettim ki aradığım bulamadığım değil bendenizin ta kendisiymiş. Şehirlere yüklediğim bu biçemler benim ruhumun sıfatlarının ta kendileriymiş... Bu yüzden kendimi ararken hepten yitmişim... Aslında aradığım tek şey ruhumdaki tezatlık ve tükenmek bilmeyen çatışmanın yansımasıymış... Öylesine hüzünlenip içerliyordum ki bu duruma, kendimi bir ucube gibi hissetmeye başladım. O altın sarısı saçlarımı bir çırpıda kesip, hissettiğim gibi görünmeye çalıştım. Üstelik bir yandan da şaşkınlık içerisindeydim. Milyonlarca yaşamı gözünü bile kırpmadan yok eden insanoğlunun benliği aslında ne kadar kırılgan, sözüm ona <<naif>>miş meğer... (İnsandaki bu sonsuz kudret ve hakimiyet isteğine şaşmamalı.)" Kadın başını çevirip bana baktı.  Yüzümü yokluyordu. Sıkılmış olup olmadığımı merak ediyordu herhal. Nezaketle "Devam edin lütfen." dedim. Bir yudum su içti. "Bu oldukça uzun bir hikaye. Zamanın olduğuna emin misin?" dedi. Değildim ama olsundu. "Lütfen devam edin." dedim bir kez daha.


"Orada -Londra-, John adında bir adamla 2-3 gün süren bir birlikteliğim olmuştu. Bana dünyanın en karmaşık şehirlerini anlatmasını istedim çünkü o bir avare, bir seyyah idi. Hong Kong, dedi gözlerinde bir heyecan kıvılcımıyla. Şaşırmıştım. Hevesle ekledi: Şuan kentin hali de pek bir kargaşa içerisinde. Dünyanın bir ucunda değil miydi Hong Kong?  Ben Kore'ye gideceğim, istiyorsan seni de Hong Kong'a kaçak sokmaları için birini ayarlayayım, dedi. 30 saniye boyunca tarttım bu fikri. Belki bu üzerime sinmiş kederden bir nebze kurtulurum sanıyordum."

***

Hong Kong'a vardığımda takvim yaprakları 1962 yılını gösteriyordu. Ve benim tek bildiğim Fransızca ile İngilizce, bir de anadilim idi. Bir anda hayatımın en büyük hatasını yaptığımı düşünmeye başlamıştım. Fakat -sözde- yanılgımın büyük bir aptallık olduğunu fark etmem çok uzun sürmedi. Hong Kong, 1842 yılında Britanya işgaline maruz kalmış ve bir 100 yıl kadar Britanya hegomanyası altında kalmıştı. Bu yüzden halk bu kültürel katkıyı (ya da asimile diyelim biz şuna) nesilden nesile aktarmıştı. Çince aksanlı, Britanya İngilizcesi adeta yeni bir dil kadar farklı bir telaffuza sahip olsa da, çat pat anlaşıyordum halk ile. Bir balıkçıda çalışmaya başladım önce. Balıkçılar bir kızın bu iş için hiç uygun olmadığını düşünüyorlardı ama zamanında aldığım el becerileri tahsilim sayesinde, onlara çok sağlam ağlar örmeye başladığımdan olsa gerek benimle çalışmaya başladılar. İşin getirisi çok yoktu ama en azından kalacak yerim vardı ve karnımı doyurabiliyordum. Fakat günler birbirinin aynı geçerken, ben bu aynılıktan da boğulmaya başladım ve işi bıraktım. Gecesinde de Hong Kong'da benim gibi bir <<hanımefendi>>'nin bulunmasının hiç yakışık almayacağı türden bir gazinoya gittim. -Sizin nesil, buna bar diyor.- O zamanlar Çin'in yöresel kıyafetlerini andıran fakat daha modern kesimlere sahip olan, vücudu saran, uzun boyunlu bir elbise akımı başlamıştı. Saçımın kısalığına aldırmadan -Asyalalar gibi, saçımı kısa tutarak bir nevi kendimi cezalandırıyordum.- o elbiselerden bir tane alıp, koku sürüp, makyaj yaparak gitmiştim oraya. Ve tesadüfe bakın ki, işsiz kaldığım ilk gün, yeni bir iş bulduğum gün oldu. Patron saçlarımdan ve "küçük" göğüslerimden, erkeksi yapımdan dolayı beni erkek sanmanın kolay olduğunu öne sürerek garsonluk teklif etmişti. Halinden belliydi ki, büyük bir eleman kıtlığı çekiyordu. Saat yeni günü bir saat geçe gazinodan ertesi gün iş başı yapmak üzere sözleşip çıktım. Sokaklar, yalnızlığından, aşksızlığından, aşk acısından, mutluluğundan ya da kederinden hatta canı istedi diye sarhoş olmuş kimselerle doluydu. Onların gürültülerini kafam kaldıramayacak kadar yorgun olduğumdan olsa gerek sakin bir sokak bulup oaya gitmeyi uygun gördüm.


Bugün günlerden 27 Kasım'dı ve geceyi hepten gizemli kılan bir bulut bütün Hong Kong adasının sokaklarını, sigara dumanını üfleyen tanrının amadeliğiyle sise bulamıştı. 'Tak, tak, tak'... Giydiğim topuklu ayakkabılardan başka ne bir ses vardı ne bir seda. Sokaklar birbirini kovalıyor, kesiyor, bölüyor bense evime ait olduğunu sandığım yolu izliyordum. Bir anda duruverdim. Kulak kesilip etrafı dinlemeye başladım. Bir yerlerden ufak tefek iniltiler, sisi yarıp kulağımın ta içine kadar ulaştı. Köpek olduğunu sanıp yola devam ettim. İlerledikçe, artması gereken iniltilerin arası gittikçe açılıyor ve zayıflıyordu. En sonunda seslerin geldiği sokağa girdiğimde üç ayyaşın yerdeki bir adamı dövdüklerini fark ettim. Geri dönemezdim çünkü bir tanesi çoktan beni fark etmiş, feri kaçmış gözleriyle yüzümden cinsiyetimi anlamaya çalışıyordu. Buna aldırmamış gibi yapıp topuklu ayakkabılarımın tak-tak-taklarıyla, dövülen adamdan tarafa bakmadan ilerledim.

Ertesi gün akşam beşte, "Lau Gazinosu"na geldim, üniformamı giyinip işime başladım. Ve yine akşam birde çıktım. Dünkü olayı unuttuğumdan olsa gerek, yine o sokakları takip ettim. O malum sokağın başına geldiğimde tenimden ufak bir ürperti geçip gitti... O adamlar ve o çocuk yine oradaydı. Adamlarsa dünkünden daha da vahşice dövüyorlardı bu sefer çocuğu. Demek ki gerçekten kötü bir şeyler yapmıştı... Tahlillerimle kafamı oyalarken yine onlara bakmamak için kendimi zorlayarak yanlarından geçip gittim. Ve bu böylece koskoca bir ay sürdü... Her gece uyumadan önce o çocuğa yardım etmeyi düşünüyor fakat bu denli şiddet görüyorsa vardır elbet bir yaptığı, diyor, tüm kurtarma planlarımdan vazgeçiyordum. En sonunda 3 Ocak 1963 yılında onu kurtarmaya karar verdim. Gazinodan çıktım, yanıma bir tahta parçasını özenle seçip aldım. Biraz güvensiz adımlarımla yola koyuldum. Sokakları geçtim, geçtim ve geçtim. En sonunda varmak istediğim yere gelmiştim. Bu sefer çocuk bilincini kaybetmiş gibi görünüyordu. Bir hışımla ayakta bile zor duran bu üç ayyaşa saldırdım. Onlar daha neye uğradıklarını anlamadan çoktan baygın bir halde yerde yatıyorlardı.  Dövülen çocuğun yanına koştum. Yavaşça nefes alıyor mu diye baktım. Şükürler olsun ki yaşıyordu. Onu sarsarak uyandırmaya çalıştım. Bir süre sonra gözlerini açtı. Ufak bir inleme dudaklarının arasından uçup gitti. 'Su... Su... Ver...' dedi kesik kesik. Hemen çantamdan ufak bir su kabı çıkardım, dudaklarına dayadım. Takati olmamasına rağmen öyle bir açlıkla içiyordu ki suyu şaşırmıştım. Bir süre ben ona hiçbir şey sormadım o da bana. Dizlerimde soluklandı sadece. Neden sonra haşarı gözlerle 'Kız mısın sen erkek mi?' dedi. 'Ne fark eder?' diye cevapladım sorusunu. 'Sesinden belli, kızsın sen.' dedi. 'Neden bunca zamandır dayak yiyorsun?' dedim. 'Neden beni kurtardın?' diye soruyla yanıtladı sorumu. İç güdü, dedim. Ben istedim, dedi. Cevabı karşısında afallamıştım. Neyi, diye sordum. Dayak yemeyi, diye giderdi merakımı. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Bir solukta nedenini sordum o da;

*Yani... Nasıl söyleyeyim... Yalnızım işte. Kimsesiz. Ruhen yalnız... Tamamen yalnızım... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri... Boğulacak kadar yalnızım... Hasta bir köpek kadar yalnız. 

dedi bana. Gözlerinden "yalnızlık damlaları" usul usul taşıyordu bu sırada. Yalnızlığı daha önce bu denli iyi anlatan birine hiç rastlamamıştım. İçimde bir şeylerin kıpırdadığını ve başta kalbim, tüm organlarımın, kaslarımın, kemiklerimin ve hücrelerimin hüngür hüngür ağladığını hissettim. Kanım ağlamadı ama. O biraz duygusuzdur. 

-İyi de neden?
-Bu benim cezam. Benliğimin, bencilliğimin cezası...


O andan sonra onunla hiç konuşmadım ve evime götürdüm yaralarını tedavi etmek için. Neden bilmiyorum ama bu yabancı beni inanılmaz etkilemişti. O gece ve akabindeki 20 gece onu kendine getirmeye çabaladım. Bu sırada içtenlikle gelişen muhabbetimizden, adının Min Soo olduğunu, Kore gçömeni olarak Hong Kong'da yaşadığını ve bir tezgahtar olduğunu öğrenmiştim. 1935 doğumluydu ve Kore bölününce çıkan savaştan dolayı soluğu ailesi ile Hong Kong'da almışlardı. Birbirimizle geçirdiğimiz bir ayın ardından, ona aşık olmaya başladığımı fark ettim. Benim öylesine zıddımdı ki... Ben ki iç huzurdan ruhmetrelerce uzak insan, o ise bir zen üstâdı, sıkı bir Budist. Ve birinci ayımızı 10 gün geçe ona duygularımı itiraf ettim. İlk önce şaşkınlıklaa baktı bana. Sonra uzandığı koltuktan bozma yatağından kalkarak dudaklarıma yapıştı. Hayatımda böyle bir şeyi ilk deneyimleyişimdi. Yıllarca kitaplarda merak ettiğim ve ilk aşkıma saklamağa karar verdiğim "dudak teması"nı gerçekleştiriyordum. Yüzümü, elimi, kolumu ateş bastı. Bir an durup beni süzdü ve gülümsedi. Utangaçlığımdı onu gülümseten. Durmadı ve adeta bu çekingenliğimle mücadele etmek istercesine ellerini vücudumun üstüne saldı. Öyle ki daha önce benim bile dokunmaya cesaret edemediğim yerlerimi büyük bir cüretkarlıkla keşfe çıkıyor, bense mutluluk ve şaşkınlık halinde olduğum yere çivilenmişçesine durmaya devam ediyordum. En sonunda büyük bir arzuyla beni yatağına itip kıyafetlerimi yırtarcasına çıkarmaya başladı." Yaşlı kadın bu cinsellik dolu sahneyi anlatırken bir an bile durmadı. Adeta anılarına geri dönmüştü. Anlattığı her bir detay farkında olmadan yüzüne mimik olarak yansıyordu. "Hayatımda daha önce hiç bu kadar güçlü ama bir o kadar da tatlı bir acıyı tatmamıştım. Soluk soluğa kalmış bir halde yanıma attı kendini. Ben daha yaşadığımız şeyi çözmeye çalışırken, o hiç vakit kaybetmeden teren ıslanmış yüzüyle kesik kesik konuşmaya başladı: Ben... seni... sevmiyorum. İlk başta kulaklarıma inanamadım. Yanlış duyduğumu sandım fakat Min Soo'nun yüzüne baktığımda her şeyi doğru anladığımı fark ettim. Kendimi kullanılmış gibi hissediyordum. Tam hiddetle söze başlayacakken bana "Sus lütfen. Bırak da cümlemi bitireyim." dedi acıma dolu bir sesle. Son kez söylediği gibi yaptım ve beklenti içinde gözlerine baktım. Hatırlıyor musun, dedi, ilk tanıştığımız geceyi... "Kendimi cezalandırdığımdan ve yalnızlığımdan bahsetmiştim sana. Başka biri olsaydı anlatmazdım ama madem beni 'seviyorsun'... Tanıman gerek." dedi. Sustum. "Neden yalnızım biliyor musun?" diye sordu. Cevap bekler gibi bir hali vardı. "Bilmiyorum." dedim. "Çünkü kız kardeşimin nişanlısıyla yattım, yıllarca, gizlice beraber oldum." dedi. Boş gözlerle yüzüne baktım. Hiçbir şey anlamamıştım. Sonra her şey yavaş yavaş anlam kazanmaya başladı. Dilim tutuldu, konuşamadım. Sadece "Neden... ben?" diyecek oldum. "Çünkü sana minnettarlığımı ödemek istedim." dedi ve devam etti "Ben tezgahtar falan değilim. O ailem tarafından evlatlıktan reddedilinceye, kız kardeşim kafasına sıkana kadardı. Ben bir jigoloyum." Üstünü giyindiği gibi evimi bir daha dönmemek üzere terk etti.


***


*Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı...

1967 yılının son demlerindeydik. Ben bir gazino sahibi olmuştum. Bir gün elime memleketimin yazarlarından bir kitap geçti. "Kürk Mantolu Madonna". Okuyunca anladım ki, herkesin bir Kürk Mantolu Madonna'sı vardı. Benimkisi 4 yıl önceden kalmış bir jigoloydu. Ne onunla ne de onsuz olabiliyordum. Ondan sonra bir sürü erkekle ilişki çabalarında bulunmuş, hiçbirini aklımdan bir türlü atamaığım "onun" yüzünden başaramamıştım. Benim için bir takıntıya dönüşmüştü. 29 yaşında bir kadındım ve o yıl içerisinde evlenemezsem tabir-i caizse evde kalacaktım. (Bir nevi kaldım da, değil mi?) Günler günleri kovalıyor, bense kendimi bulduğum şehr-i Hong Kong'un içinde heyelana uğruyordum. Günlerim bir rutinden çıkıp birbirinin kopyası olmuştu. Ruh durumum ise bir hayli vahim idi. Tıpkı Min Soo gibi o da bir Kore göçmeniydi. Bir gün gazinoya geldi ve iş istedi. Elemana ihtiyacım olduğundan kabul ettim. Bana Min Soo'yu o denli anımsatıyordu ki... Fakat Min Soo'yu her hatırladığımda aklımda şunlar beliriveriyordu: *Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatları görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatleri feda etmek daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı?

***


Aradan aylar geçtikçe, Yongguk ve ben muhabbetimizi arttırıyor, bense uzun zamandan sonra ilk defa biriyle ilgilenmenin o yadsınamaz umursamazlığı ve hafifliğiyle yaşamımı sürdürüp gidiyordum.

24 Aralık 1967 günü, Noel akşamı, Yongguk beni evine Noel'i kutlamaya davet etti. O kadar mesut olmuştum ki, ruhumda varolageldiğimden bu yana anlaşmazlığını sürdüren çatışmalarım ufak ve bir günlük ateşkes imzalamıştı. Acıyor olsa gereklerdi bana... Ben bile bazen kendime acırken, içim nasıl bana acımazdı ki?

24 Aralık akşamı gelip çattığında, yılgınlığımın beyaz bayrağı olarak hayata sunduğum uzun saçlarımı çok sıkmayacak bir topuz yapıp, çantamı alıp, kokumu da sürdükten sonra dışarı attım kendimi. Yongguk'un arka sokaklardaki izbe evini bulmam biraz vaktimi aldı. Bodrum katında küçük bir daire idi. Duvarları rutubet ve çatlaklar süslüyordu. Öyle ki başta onları sürrealist bir sanatkarın elinden çıkma duvar kağıtları sanmanız muhtemeldi. Odasına göz gezdirdikten sonra bakışlarımı Yongguk'un o ahmak ahmak sırıtan suratına çiviledim. 'Ne oldu, nedir bu kadar komik olan?' dedim. 'Sana bundan sonra Saçları Saman Sarısı, Kirpikleri Mavi diyeceğim.' dedi. Şaşırmıştım. Sen Nazım Hikmet'i nereden biliyorsun, diye sordum hayretle. Şiir okumayı severim, diye omuz silkti. 'Sevgili Kirpikleri Mavi, bu eve çağırdığım ilk kadın sensin.'  dedi kurnazca. 'Üzgünüm ama beni tuzağa düşüremezsim. Buraya sadece bir hafta önce taşındın.' dedim. Manasızca dil çıkardı, manasızca gülümsedim.

***


Gecenin ilerleyen saatlerinde aramızda birkaç kıvılcım çaktı. Ve sonra ben alkolün de etkisiyle de sızıp kaldım. Uzunca bir süre sızmış olacağım ki, ufak bir gürültü ile gözlerimi açıverdim. Bu bir kapı açılış sesi ve akabinde tartışırmışçasına hararetle sürdürülen bir konuşmaydı.

-Ne işin var burada senin?
-Seni özledim...
-Bırak artık peşimi, yalvarırım.

Anlaşılan gelenin bırakmaya niyeti yoktu ki, kapı emince fakat ses çıkartmamaya ehem verilerek kapandı. 

-Ne yapıyorsun sen?!

Sonrasında eşyaların yere düşme seslerini duyabildim sadece... Kavga ettiklerini düşünerek korkuyla ayağa fırladım ve seslerin kesildiği odaya doğru parmak uçlarımla ilerledim. İçimde kötü bir his vardı. Korkuyordum... Yavaşça, tokmağı aşağı çekip bıraktım ve kapı hayatımın en büyük kabusuna açıldı. Görmeyi beklediğim en kötü şey olan kanlar içindeki bir cesetten bile felaket bir şeydi bu benim için. Kendimi hemen kenara çektim ve kapı aralığından gizlice onları izledim. Çıplak iki adam, birbirlerinin üstlerinde huşu içerisinde kayıyorlar, bir oluyorlardı. Gördüğüm şey ne arzu ne de ihtirastı. Aralarındaki bu şey sevginin ta kendisiydi... Boş bakışlarla onları seyrettim bir süre. Bir zaman sonra -hala farkıma varmamışlardı- Yongguk fısıltıyla konuşmaya başladı.

-Eunha'dan bu yana seni görmedim... Ah, yüce tanrım! Seni öylesine özledim ki... Nereden buldun beni? Nasıl, ha, söylesene?!

Eunha... Kulaklarım bana oyun mu oynuyordu yoksa? Ne olur, ne olur tahmin ettiğim gibi olmasın diye tüm kalbimle dua ettim ama nafileydi...

-Bilmiyorum. İnan nasıl buldum bilmiyorum. Sadece... İç sesimi takip ettim... Eskiden bir zen üstadıydım, hatırlasana!

Bu ses, bu vurgu... Eski bir zen üstadı... Bir anda kendimi yerde buluverdim. Kapı ardına kadar açıldı ve çıkardığım sesten bu iki günahkar sevgilinin bakışları benim olduğum tarafa döndü. İlk tepkiyi beklediğimin aksine Min Soo verdi: LALE! Yongguk'sa bir saliseyle kaçırmıştı adımı ilk dile getiren olma "lütfunu". Şaşkınlıkla bir bana bir Min Soo'ya baktı. 

-Sen... nasıl...

Bu soru hem bana hem Min Soo'yaydı. Cevap vermedim ve apar topar kendimi dışarı attım. 

İlk aşkım ikinci aşkımla aldatmıştı beni. Ya da ilk aşkıyla beni... Hatta ikinci aşkım tarafından birinci aşkımla ihanete uğramıştım. Bir yandan ağlayarak, koşa koşa evime döndüm. O günden sonra bir hafta içerisinde neyim var neyim yoksa sattım, kalan paramla da Türkiye'ye geri döndüm. Eve geri döndüğümdeyse evin "Nesrin Hanım" denen birine satılmış olduğunu öğrendim. Annemse vefat edeli bir iki yıl oluyormuş. Şaşkınlığımın üzerine bir de bunlar eklenince halsizliğimin de bizzat katkılarıyla kendimi bir anda yerde buldum. Sonrasıysa bilincimden silinmiş halde.

Gözlerimi açtığımda, kendimi eski evimizin içinde, misafirhanede yatarken buldum. Hizmetkarların anlattığına göre olanları duyunca düşüp bayılmış, tam üç gün kendime gelememiştim. Bu sırada Nesrin Hanım beni koruyup kollamış, tüm masraflarımı üstlenmişti. Hizmetkarlara, Nesrin Hanım'ın nerede olduğunu sordum, salonda, kahve içiyor olduğunu söylediler. Kalktım, üstüme başıma çekidüzen verdim ve salona doğru emin adımlarla yürümeye başladım.


Salona girdiğimde uzun boylu, iri kemikli, asilzade olduğu her halinden belli Nesrin Hanım'ın yanına ürkek tavırlarla ilerledim. Beni anında fark etti ve o yaramaz bir parıltıya sahip olan gözleriyle bana döndü. Endişeli bir sesle;

-Lale Hanım! Nasılsınız? Sizi böyle, ayakta görmek ne güzel! Toparlandınız ya?
-Çok iyiyim Nesrin Hanım. Size minnettarlığımı nasıl gösterebilirim inanın bilmiyorum. 

Yaklaşık üç saat sohbet ettik, üç yıl birlikte olduk ve üç yıl sonra evlendi.

Onunla birlikte olmaya başladıktan sonra yıllardır kafamı kurcalayan o malum şok sahnesinin bana neden gizliden gizliye bu denli güzel, zarif ve şiirsel geldiğini, neden Minsso hariç (sandığım) hiçbir erkekte aradığımı bulamadığımı, Yongguk ve Min Soo'yu  o halde gördüğümde aslında yıllardır arzuladığım şeylerin o "tür" şeyler olduğunu fark ettim. Hayatımın en bahtiyar üç senesini Nesrin ile o evde geçirdim. Fakat daha sonra o, bu yaptığımızın "doğru" olmadığını savundu ve vicdanını rahatlatmak istercesine, "doğru" sandığı şeyi yaptı. Bir adamla, babanla evlendi. Ve sen doğdun..." Sonunda yaşlı kadın hikayeyi bitirmişti. Saatime baktım. Üç saat geçmişti. Bu sırada yaşlı kadının yüzü gevşedi ve gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Bense annemin bana bıraktığı günlüğünden bulduğum ipuçlarıyla bu kadının yanına gelmiş, annemi yeniden tanımıştım. Daha doğrusu asıl tanıdığım "Nesrin Hanım"dı. Telefonum çalıyordu. Arayan babamdı. Annemin cenazesine geç kalmak üzereydim. Kadına gelmesini teklif ettim ama istemedi.

30 gün sonra tekrar o eve gittiğimde, kadının yani "Lale Hanım"ın vefat etmiş olduğunu öğrendim.

Küçük Filozof

1 yorum:

  1. Minsoo, Yongguk, Lale ve NAZIM HİKMET! :D
    Gerçekten çok ilginç bir hikaye^^

    YanıtlaSil