29 Ekim 2013 Salı

Saturday Night Love -6. Bölüm-

SME'nin karmakarışık grup yönetim politikalarında yılda bir kez bir dağılıp bir birleşen grubumuz yeniden dağılmıştı. Ben de bunu yeni bir albüm için fırsat bilmiş, çok sevdiğim şairlerin şiirlerini değişik beatlerle harmanlayıp, farklı bir şeyler ortaya çıkarmak için kolları sıvamıştım. SM'in fazla pembe binasından sonra Woollim'in bir hayli yalın ve mütevazi binası beni evimde hissettiriyordu.

Ben Woollim'de yeni albümüm üzerine boğuşadurayım, Luise yeni bir full albümün humması, Shiru ise yeni single'ının meyveleriyle uğraşmaktaydı. Ne yazık ki Shiru'yu desteklemeye gidemedim bile... Yeni çıkan kız gruplarından birinin şarkısına söz yazıyordum, albümün aranjmanını yapacak olan Loptimist ile birlikte stüdyoya kelimenin tam anlamıyla hapsolmuş durumdaydık. Ne ailemi ziyaret edebiliyordum, ne de arkadaşlarımı destekleyebiliyordum... 

Shiru Japonya'da oldukça iyi bir ivme yakalamıştı. La Dolce Vita olarak şayet bir Japonca albüm çıkarırsak, satışlarımızın başlıca sebebi Shiru olabilirdi pekala. Luise ise doğum gününde çıkardığı albümüyle Kore'de insanların ilgisini yeniden üstüne toplamıştı ve bunu sonuna kadar hak ediyordu. Bir kez daha üç farklı müzik tarzının ve nitekim insanın, La Dolce Vita adı altında nasıl bu denli uyumlu işler yaptığına şaşıp kalmıştım. 

***

Albümümün çıkmasına iki hafta kala, telefonum ben duştayken art arda nereden baksanız 30 kez çaldı. Artık dayanamayıp, duştan alelacele çıktığım gibi telefonuma sarıldım: Ne var?! Kimin aradığı umurumda bile değildi. Şayet bir muhabirse, çoktan dergilerde hakkımda çıkacak kötü yorumlara merhaba demeliydim. Ama hayır... Bu kariyerimi etkilemeyecek bir hırs girişiminin çok daha ötesinde bir şeydi... Daha çok kalbimi yaralayan, beynimi endişelerle dolduran, canımı yakan bir şeydi. "Alo? Alo? Nera! Benim Tae Goon. Luise... Luise hastanede. Acil gelmen gerek." Ses tonundaki endişeden olduğum yere mıhlanmıştım. Hiçbir şey sormadan telefonu kapadım ve hayatımda hiç olmadığım kadar hızlı bir biçimde üzerimi giyinip çıktım. Emin olun Seul caddelerinde, motorla son sürat gitmek hiç iyi bir fikir değil. Üç kez son anda kaza yapmaktan yırttım ve sonunda sağ ve kısmen salim bir biçimde hastaneye vardım. Luise'in odasını bulduğumda uyuyordu. Uyandırmadım. Ve öyleyken böyle dört saati hastanede Luise'in uyanmasını endişe içerisinde bekleyerek geçirdim. Tae Goon ciddi bir şey olmadığını söylüyordu ama halinden kendisini telkin etmek istediği belliydi... 

En sonunda, akşama doğru doktorun teki yanımıza gelip Luise'in... Luise'in epilepsi olduğunu söylediler. İlk önce ufak bir hastalık sandım çünkü doktor gayet rahattı ama Tae Goon'un yüzündeki dehşet ifadesini görünce... Sonrası tamamen kendimi kontrol altında tutmaya harcadığım çabayla geçti. Ne yapmalıydım? Hastalığı "çok" tehlikeli olmamakla birlikte bir sanatçının, alkışlarla yaşayan birinin, sahne hayatına yani besinine son verecek türdendi. Bir nevi ruhunu çekip almaktı insanın elinden.

***

Yaklaşık yarım saat sonra Luise uyandı. Gözüne açtığında ilk sorduğu ney "Neler oluyor?" oldu. Bu sorunun cevabını veremezdim. Henüz değil... Bu yüzden aklıma ilk gelen yalanı söyledim: Yorgunluktan bayılmışsın sadece. Ama unuttuğum bir şey vardı. Luise beni çok iyi tanıyordu ve ben yalan söylemeyi hiç beceremezdim. Uzunca bir süre gerçeği söylemem için baskı yaptıktan sonra, en sonunda söyledim. Tahminim aksine gayet soğukkanlı bir biçimde karşıladı. Zaten ondan sonra doktordan uzunca bir söylev dinledik. Luise yurda dönmedi, Yunjung'un evinde kaldı. Bense aklım onda bir şekilde, bu olayı Shiru'ya nasıl anlatacağımı düşünüyordum. 

Ertesi gün telefonumu çekingen bir halde elime aldım ve rakamları art arda tuşlamaya başladım. "Büyük yeşil tuş"a bastığımda artık Shiru'yu resmen arıyordum. Telefonu açar açmaz bir "Alo?"nun ardından soru yağmuruna tutulmuştum. Düşünmeden -her zaman ki patavatsızlığım- "Sana kim haber verdi?" deyiverdim. Der demez, tam 24 saat sonra, Shiru ve ikizi Shinku hastanedeydiler. (Ertesi gün, Luise'in kontrolü vardı bu yüzden hastaneye gelmesini söylemiştim.)

Onlar odadan içeri girdikleri sırada Luise ile gelişigüzel sohbet ediyorduk. Aniden açılan kapının arkasında görünen o küçük sevimli surat beni şaşkına çevirmişti çünkü bu kadar çabuk gelmesini beklemiyordum. Hemen kalktım ve kucaklaştım. Yalnız sarıldığım kişiden iki adet vardı. Acaba hangisi Shiru'ydu? Sorumun cevabını Shiru'nun sarıldığım benden çıkmamış olan kahkasında buldum. Sarıldığım Shinku'ymuş. Hemen Shiru'ya sarıldım. Akabinde de Shinku ile tanıştırılmış olan ben, onunla eğlenceli bir sohbete başlamıştım. Bir süre sonra da hastaneye gizlice soktuğum ve oynamayı az-çok bildiğim "Okey" adındaki Çin çakması Türk kahvehanelerinin bir numaralı oyuncağını çıkardım ve arkadaşlarıma takdim ettim. Çok geçmeden streslerini alan bu oyunu hepsi sevmiş ben de koltuklarım kabarmış oyunuma devam ediyordum.

O günden sonra Luise resmen hastaneden taburcu edildi. Artık yatması gerekmeyecekti. Bunu fırsat bilen ben ve Shiru, Luise'e yapmadık şaklabanlık bırakmadık. Shiku'yla da kimyalarımız çok iyi tutmuştu bu yüzden yanımızda hiç yabancılık çekmedi. (Gerçi biz de çekmedik, en nihayetinde Shiru'yla aynılar!)

Yine de... O "eğlendiğimiz" günlerin sonu gerçekten fena oldu. Bir sabah uyandığımda, Luise'in yerinde ağlayan bir Shiru ve bir mektup vardı. Luise gitmişti. Başta geri dönmeyeceğini düşünüp kahrolan Shiru'ya hiçbir teselli cümlesi söyleyemedim ama aklım başıma geldiğinde kafama bir şey dank etti: Luise öyle kolayca kaçıp gidemezdi! Şirketin elinde adı boşu boşuna "kölelik anlaşması"na çıkmayan bir kağıt parçası, onu Seul'e yapıştırmıştı bile. Nereye giderse gitsin, DÖNMEK ZORUNDAYDI.

Ama onu bulma süremiz çok sıkıntılı geçmişti. Ne kadar tanıdığım ve ortak arkadaşımız olan idol varsa hepsiyle konuşmuştum. Yok, yok, yok! Hiçbir yerde yoktu ve henüz şirkete haber veremezdik. Eğer verirsek, işin içine kanunlar girecekti ve bu Luise için hiç iyi olmazdı. Şirketten kimseyle de görüşemiyordum üstelik ama birinci ayı geride bıraktığımızda Suho yanıma gelip Luise'in nerede olduğunu sordu. Başta ne diyeceğimi bilemedim ama Suho ve Luise yakınlardı. Üstelik yakın arkadaşım Lay zamanında ne olursa olsun Suho'ya güvenebileceğimi söylemişti. Bir umut anlattım olanları... Gerçekten de Lay'in bahsettiği gibi güvenilir biriydi. Arkadaşlarına üstü kapalı sordu, şehri defalarca turladı... Sonuç olarak Luise sırra kadem basmıştı. Ama bu kadar kolay bırakmaya niyetim yoktu. Hele de Shiru'nun bu çökmüş halini görmek beni daha da üzüyordu.

***

Gitmesinin üzerinden tam 67 gün geçtiğinde, kendisini Busan'ın izbe barlarından birinde, saçlarını kısacık kesmiş bir halde, barmenlik yaparken buldum. Albümümü halen yayınlamadığım için şirket CEO'sundan yerli yerinde bir azar işitmiştim. Bu yüzden hemen bir özür fanmeeting'i düzenlememi istedi. FM yeri olarak bir pub seçilmişti. Hiç yerinde olmayan moralimle, hayranlarıma nasıl eğleniyormuşum gibi yapabilirdim merak ediyordum ama her şeyin bir sebebi vardır... O gün Busan'da pubları karıştırmasaydım belki şuan Luise'i bulmuş olamayacaktık.

Onu bulduğumda, en az 10 kilo vermişti. Bir derik bir kemik haldeydi, saçlarını kazıtmış, yüzünün bir dolu yerine piercing taktırmış, kollarını dövmelerle kaplamış bir halde "tütün" içmekteydi. Üstelik bu tütün bir zamanlar (idol olmadan önce) tattığım yasal olmayan bir maddeye inanılmaz benziyordu. Kısaca her şeyi salıvermişti, umutsuzdu, ümitsizdi ve çökmüştü. Onu Seul'e gelmeye ikna edense hiç beklemediğim bir şeydi. AŞK. En zamansız yerde onu ağına düşürmüştü. Ve Luise'in bunu anlaması zaman alacaktı. Onu zor zamanlarında hiç yalnız bırakmayan Suho'nun yakın bir arkadaşından başkası değildi bu. Suho, Luise yüzünden aklını kaçırmak üzereyken (ikisi gerçekten çok yakın arkadaştılar. Stajyerlik dönemlerinden tanışıyorlardı.) onun metanetini korumasına yardım eden, çocukluk arkadaşı olan bu kişiyle Luise tamamen zıtlardı. Onun neşesi, Luise'in melankolisi... Zıt kutuplar cidden birbirlerini çekiyorlardı.

18 Ekim 2013 Cuma

Saturday Night Love -5. Bölüm-

               Bir süredir solo aktivitelerim için Japonya’daydım. Nera ve Luise ile yalnızca telefonla görüşebiliyorduk. Onları özlemiştim ama Japonya’dan ayrılmam o an için imkânsızdı. Luise, “Are You Ready?” adında bir albümle solo olarak geri dönmüştü. Bense gelecek hafta çıkacak olan “Kimi no Tame ni” adlı teklim için dans provalarıma devam ediyordum. Teklinin çıkış parçasını Yamashita Tomohisa ile beraber seslendirmiştik. Klipte de elbette bana eşlik ediyordu. Sesi çok güçlü sayılmazdı ama aldığı ses eğitimi nedeniyle kulak tırmalamıyordu. Dışarıdan bakıldığında soğuk biri gibi gözükse de tanıdıkça aslında son derece yumuşak kalpli biri olduğunu anlamıştım. Sanırım aramızda 10 yaş olmasa ondan hoşlanmam işten bile değildi.

               Japonya’da kalmam gereken süre boyunca ailemle kalacaktım. Aradan o kadar uzun zaman geçmiş olmasına rağmen hâlâ evden kaçmama dargın olduklarını sezebiliyordum. Shinku ise geçici de olsa eve döndüğüm için sevinçten havalara uçacaktı.

               Güneşli ama serin bir öğleden sonra, Shinku ile beraber okyanus kıyısına giderek biraz vakit geçirmek istemiştik. Uzun zamandır onunla vakit geçirmiyor, daha doğrusu geçiremiyordum. Bu yüzden boş günlerimde ya beraber sinemaya giderdik, ya alışveriş yapardık, ya da okyanus kıyısında yürürdük. Bu gün de üçüncüsünü seçmiştik.

               Okyanusu izlemek beni nedense rahatlatıyordu. Dalgaların sesi beni karamsarlığa sürüklese de uçsuz bucaksız denizin mavi gökyüzüyle buluştuğu o çizgi, bana umut etmeyi öğretiyordu. Shinku ile hiç konuşmadan yalnızca denizi izliyorduk. İkimiz de derin düşüncelerde kaybolmuştuk. Ben Luise’i düşünüyordum. Acaba şu an iyi miydi? Neredeydi? Ne yapıyordu?

               Derken telefonumun zil sesiyle irkildim. Kötü bir haber miydi acaba? Yok canım. Nera ya da Luise hâl hatır sormak için aramış olmalıydı. Başka ne olabilirdi ki? Yine de içimdeki kötü bir haber alacağıma dair his yok olmuyordu. Korkarak telefonu cebimden çıkardım ve ekrana baktım. “Nera Arıyor…”

               Acaba Luise’e bir şey mi olmuştu? Belki de iyi bir haber verecektir canım, belli mi olur? Hayır, hayır… İyi bir haber olmadığını hissedebiliyordum. Telefonu açmayacaktım fakat Shinku bir anda telefonu elimden aldı ve açtı. Yarım yamalak Korece telaffuzuyla “Yoboseyo?” der demez hışımla telefonu elinden alarak hiç bozuntuya vermeden devam ettim. İkiz olduğumuz için sesimiz bile aynı olduğundan elbette ki Nera durumu fark edememişti.

               “Ne oldu Nera? Kötü bir şey mi var? Herkes iyi mi? Sen nasılsın?” diyerek kızı soru yağmuruna tutmuştum. “Bir dakika, bir dakika… Sana kim haber verdi?” cevabını aldıktan sonra emin olmuştum, ters giden bir şeyler vardı. Anlattıklarına göre Luise aniden bayılmıştı. Ambulansla en yakın hastaneye gidiyorlardı. Gelmeme gerek olmadığını söylese bile hemen Kore’ye gidecektim. Zaten gitmek için bir bahane aradığım da açıktı. Üstelik durumu bana anlatılandan daha ciddi olabilirdi.

               Shinku ile hemen eve döndük. Küçük pembe bavuluma birkaç gündelik kıyafet tıkıştırıp alelacele kapattım. Şirketi arayıp birkaç gün buralarda olamayacağımı söyledim. Tam kapıdan çıkacakken Shinku, “Ben de seninle gelmek istiyorum.” dedi. Nera ve Luise sürekli ikiz kardeşimi görmek istediklerinden bahsediyorlar, fotoğrafını gösterdiğimde ise benim kopyam olduğunu söylüyorlardı. Hem Shinku da arkadaşlarımı merak ediyordu. Bu isteğine karşı çıkmak istemedim. O da hızlıca bavulunu hazırladı ve havaalanına gittik. En erken uçakla Kore’ye gittiğimizde hava çoktan kararmıştı. Luise’in o gece hastanede kalacağını öğrendiğimiz gibi hastanenin yolunu tuttuk. Shinku sürekli bahsettiğim arkadaşlarımla tanışacak olmanın sevincini yaşarken ben “Umarım ciddi bir şey değildir! Umarım ciddi bir şey değildir!” diyerek dua ediyordum.

               3. katta, koridorun en sonundaki 315 numaralı oda… İçeriden boğuk kahkaha sesleri geliyordu. Seslerin Nera ve Luise’e ait olduğunu tahmin etmek zor değildi. Biraz daha rahatlamış olarak kapıyı tıklattım ve içeriye girdik.

               Odaya girmemizle ikisinin de gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Luise, “Acaba bende epilepsinin yanında şaşılık ve şizofreni de mi var?” diyerek beyaz çarşaflı yatağında doğrulmuştu. Üzerinde mavi bir pijama vardı. Uzun saçları beyaz yorganın üzerine dökülüyordu. Beyaz floresan lambanın ışığı zaten solgun yüzünü bembeyaz yapmıştı. Nera, onun gayet ciddi bir şekilde söylediği bu cümlenin üzerine kahkahaya boğularak oturduğu tek kişilik kahverengi koltuktan kalktı ve Shinku’ya sıkı sıkı sarıldı. Hemen ardından yanımda ikizimi de getirdiğimi fark etmiş olacak ki “Şu an Shirushi’ye sarılıyorum, değil mi?” diyerek beni ve Luise’i de kahkahaya boğmuştu. “Hayır dostum, Shirushi benim.” diyerek onu utandırmıştım. Aramızdaki benzerliğe hayret ederek bu sefer gerçekten bana sarıldı. Shinku ve Nera’yı tanıştırmıştım. Shinku, Korece’yi benim kadar iyi bilmediği için sohbetlerine Japonca devam ettiler.

               Nera’nın kollarından ayrıldıktan sonra sıra yatağının üzerinde bağdaş kurup, gülümseyen bir yüzle bizi izleyen Luise’e gelmişti. Yanına gidip kaburgalarını kıracak bir kuvvetle ona sarıldım. Uzun sayılabilecek bir ayrılıktan sonra onunla bir hastane odasında buluşmayı aklımdan bile geçiremezdim. Gece boyunca hiç uyumadık. Birbirimize anlatacağımız çok şey vardı. Luise’in hastalığının fark edilmesi sonucunda üzgün olacağını bekliyordum fakat bizimle birlikte okey oynayabilecek kadar mutluydu. Okey denilen bu oyun aslen Çinlilere ait olsa da oyunun farklı bir versiyonu Türkiye’de çok popülermiş. Peki biz bu oyunu nereden mi biliyoruz? Tabii ki Nera öğretti. Nera’nın hastaneye okey takımı sokabilmeyi nasıl başardığını ise inanın ben bile bilmiyorum…

               Luise hastaneden taburcu edildikten sonraki birkaç günü eğlenerek geçirdik. Asla işten ya da Luise’in hastalığından bahsetmiyorduk. Bu arada Shinku ve bizimkiler oldukça kaynaşmışa benziyordu. Luise’in Japonca’sı çok da iyi sayılmazdı. Bu yüzden Nera ve ben tercümanlık görevini üstlenmiştik.

               Sinemaya gittik, gezdik, eğlendik… Hayatımda ilk kez içki içtim, ilk kez kamikazeye bindim, ilk kez gerçekten “dostum” diyebileceğim iki insana sahip olduğumu fark ettim ve ilk kez bu kadar mutluydum. Fakat yine içimde kötü bir his vardı. Bir şey olacak ve tüm bu mutluluğumu yerle bir edecekti. Hayat buydu işte. Acımasız, korkunç…


               Han Nehri’nin kıyısındaydık. Luise ile beraber Nera ve Shinku ellerindeki havai fişekleri fırlattıkça gökyüzünde beliren muazzam manzarayı seyrediyorduk. İkimiz de manzaranın güzelliğine kendimizi kaptırmıştık. Aramızdaki sessizliği Luise bozdu. Hem de beni çok şaşırtan şu sözlerle. "Seni seviyorum. Beni unutma. Lütfen! Her zaman aklının bir köşesinde yer edinmek istiyorum. Eski bir arkadaş, eski bir dost olarak... Lütfen... Seni seviyorum."

               Gözlerimin içine bakarak söylediği bu sözlerden sonra ağlamaya başladı. Onu daha önce ne ağlarken, ne de birine olan sevgisini açıkça dile getirirken görmüştüm. O böyle biri değildi. Duygusal değildi, güçlüydü. Şiddetli depremlere rağmen biraz dahi olsun eğilmeyen bir dağ gibiydi. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim. Hem şaşkındım, hem de mutluydum. Sevdiğiniz biri tarafından sevildiğinizi duymak, gerçekten insanı mutlu ediyordu. Aslına bakarsanız neden veda edermiş gibi konuştuğunu anlayamamıştım ama söyledikleri beni duygulandırmıştı. Ona sarıldım ve ben de ağlamaya başladım. Dudaklarımdan şu sözler döküldü, "Ben de seni seviyorum. Belki de tahmin ettiğinden çok daha fazla seviyorum... Beni bırakma. Bizi bırakma. Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyorum ama bizi bırakma!"

               Söylediklerini ancak ertesi sabah anlayabildim, fakat artık çok geçti.

***

               Geceyi Yunjung'un Kore'de olmamasından istifade ederek Luise ile geçirecektik. Luise kendi odasındaydı, ben Yunjung'un odasındaydım, Nera ve Shinku ise salondaydılar. Bir süre uyuyamadım. Beynimde sürekli Luise'in sözleri yankılanıyordu. Sabaha karşı ancak uyuyabilmiştim.

               Uyandığımda yastığın kenarına sıkıştırılmış bir zarf olduğunu fark ettim. Üzerinde "Luise'ten Shiru'ya" yazıyordu. İşte o zaman aklıma olabilecek en kötü ihtimal geldi. Gözlerimin önü karardı, başım dönüyordu. Yatağa tutunarak güçlükle ayağa kalktım ve koşarak Luise'in odasına gittim. Kapıyı açtığımda ise o şok edici manzarayla karşı karşıyaydım. Yok! Luise yoktu! Gitmişti! Kendimi aklıma hemen en kötü ihtimali getirmemem konusunda tembihleyerek Luise'in yatağına oturdum ve gözümü sabit bir noktaya diktim. Aradan kaç dakika geçti bilmiyorum, sonunda zarfı açmaya karar verdim. İçinden dörde katlanmış bir kağıt çıktı. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına çarpıyordu. Mektubu okumaya başladım.

"Shirushi,
Öncelikle giderken sana hiçbir şey anlatmadığım için çok üzgünüm ama yüzüne bakıp “Ben gidiyorum.” Diyemezdim. “Ben gidiyorum çünkü kendimden başkasını düşünemeyecek kadar bencilim.”

Sürekli aradığım bir şeyler olduğunu sana söylemiştim, hatırlarsın. Ve o şey ne yazık ki müzik de değilmiş… Sahneye çıkıp, gitarımı elime aldığımda inanılmaz bir haz yaşıyorum ama sonra… Şarkı sona erdiğinde bütün o güzel duygular yok olup gidiyor. Müziğimle pek çok insanın kalbini kazandım, bu çok mutlu etti ama Seneca haklıydı… “Mutluluk bile haddini aşarsa azap olur.”

Yaşadığım mutlulukta senin de payın büyüktü Shirushi, bana gerçek anlamda bir “dost” oldun. Nera da öyle… Şimdi öylece gittiğim için, yine kaçtığım için çok utanıyorum. Ama yine de size teşekkür etmeliyim değil mi? La Dolce Vita, hayatımın en güzel şeylerinden biriydi.

Epilepsi olduğumu öğrenmek sanki kaburgalarımın arasında bir kalp olduğunu öğrenmek gibiydi. Her zaman yanımda ve benim parçam olan bir şeydi. Onunla sorun yaşamayacağım, endişelenme.

Ve aradığım şeyin ne olduğunu buldum. Babamın yanına geri döneceğim. Şimdi ne halde ne yapıyor bilmiyorum. Belki birlikte İsviçre’ye döneriz kim bilir… Bundan sonra ne yaparım nasıl yaşarım onu da bilmiyorum ama babama ihtiyacım var. Bunu iliklerimde hissediyorum. Artık yetişkin biriyim, onunla konuşurken çekineceğim bir şey olmayacak. Her şeyi öğreneceğim, kim olduğumu, kim olduğunu… Kendime bir yol çizeceğim ve o yolda Tanrı’nın yardımıyla ilerleyeceğim. Benim için dua et Shirushi, ben senin için edeceğim.

Buraya neden geldim biliyor musun? TVXQ’yu ilk kez televizyonda gördüğümde ve şarkının sözlerini dinlediğimde… Kendimi buldum. Ve birden hissettim. Yapmam gereken buydu. Onlar gibi… Her şeye rağmen sahneye çıkmaktı. Bu arzunun peşinden buraya sürüklendim. Ve amacıma ulaştım da kendi şarkımı yazdım, sahneye çıktım ve her şeye rağmen ayakta durdum.

Ama şimdi vakit geldi… Başımı eğik tutuyorum.


Ve gidiyorum."


               En kötü ihtimal gerçek olmuştu. Luise gitmişti. Onu artık göremeyecek olma ihtimalinin getirdiği korkuyla ağlamaya başladım. Luise'in yatağına kendimi atıp yastığını yumruklayarak "Neden bir şey söylemedin?! Neden?! Geri dön. Lütfen geri dön! Lütfen şimdi şu kapıdan içeri gir ve bunun bir şaka olduğunu söyleyerek halime katıla katıla gül. Lütfen, lütfen... Şu an bunu her şeyden çok istiyorum. Lütfen bizi bırakma! Lütfen beni bırakma..." diye bağırarak ağladığımı hatırlıyorum. Nera ve Shinku şaşkınlıkla odaya geldi ve... Ve? Sonra ne oldu? Bilmiyorum...

               Gözlerimi açtığımda Shinku yanımdaydı. Doktor çağırıp sakinleştirici iğne yaptırdıklarını söyledi. Tam 4 saattir uyuyormuşum. Yataktan hızlıca kalktım ve pijamamı çıkartıp giyinmeye başladım. Nera şaşkınlıkla "Ne yapıyorsun?" diye sordu. Alaycı ve kızgın bir bakışla "Gidip onu bulacağım. En azından adam akıllı vedalaşmak istiyorum." dedim. Telefonumu aldım ve Luise'i aradım. Fakat Nera elindeki titreyen telefonu göstererek "Telefonunu burada bırakmış." dedi.

               Günlerce onu bulmak için uğraşsam da nafile. Sanırım bir daha görüşemeyeceğimiz gerçeğine kendimi inandırmaya çalışsam iyi edecektim.